Avrupa Birliği (AB), kuruluşundan itibaren demokrasi ve insan hakları kavramlarıyla yakın ilişki içerisinde bulunan bir yapılanma olmuş ve hem üye hem de üye olmayan ülkelerde bu kavramların savunucusu ve temsilcisi olarak addedilmiştir. Ancak Ortadoğu bölgesinde başlayan çatışmalar ve Suriye İç Savaşı’yla zirveye çıkan insanlık dramı karşısında AB, beklenen performansı gösterememiştir. Öncelikli olarak komşu ülkelerde etkisini gösteren bu krizler, zamanla AB’nin de gündemine gelmiş ve bazı girişimlerde bulunulmasını gerekli kılmıştır. AB sınırlarına kadar ulaşan insani kriz, Schengen Alanı’na dâhil olan bütün ülkeler için bir tehdit olarak kabul edilmiş; dünyaya insan hakları ve demokrasi dersi veren birlik, söz konusu kriz karşısında tam tersi bir kimliğe bürünmüştür. AB sınırlarına dayanan ve hatta bu sınırları da aşan mülteciler, Avrupa’da milliyetçi, popülist ve aşırıcı grupların yükselişini tetiklemiş ve yabancı düşmanlığının artmasına neden olmuştur.
Aslında bu aşırıcı grupların ortaya çıkışını sadece mülteciler ve göçmenler seviyesine indirgemek doğru değildir. Çünkü bu durum çok daha önce ortaya çıkmıştır ve etkisi her geçen gün artmaktadır. Bu konuda fitili ateşleyen ise Avrupa’da art arda gerçekleşen terör saldırıları olmuştur. 2004 yılında El Kaide’nin üstlendiği Madrid saldırısı, daha sonra 2005 yılında Londra’da gerçekleşen bombalı saldırı ve Norveç, Fransa ve Belçika gibi ülkelerde gerçekleşen terör eylemleri neticesinde Avrupa ülkeleri daha korumacı politikalara yönelmiş ve kendisi gibi olmayan herkesi “öteki”; yani “düşman” gibi sınıflandırmaya başlamıştır. Bu kapsamda AB, sınırlarını korumak için çeşitli girişimde bulunmuştur. Bunlardan biri de Türkiye’yle yapılan Geri Kabul Anlaşması’dır. Mevzubahis anlaşma sayesinde Avrupa’ya gelen düzensiz göçmen sayısında ciddi oranda azalma yaşanmıştır. Bu azalmada, göç yolunun tehlikeleri ve bu tehlikeli yolda kaybedilen canlar da etkili olmuştur. Göçmen ve mültecileri vazgeçirmek adına alınan önlemler, insani olmanın çok daha ötesinde bir durum yaratmıştır. Birlik içerisinde ortak bir göç ve mülteci politikasının hala oluşturulamamış olması, üye ülkelerin ulusal çıkarlarını merkeze alarak hareket etmesine yol açmıştır. Sonuç olarak bütüncül bir yaklaşımın olmayışı; AB’nin üstün ve ortak değerlerinin yalnızca “sözde değerler” olarak kaldığını göstermiştir. Üye ülkelerden bazılarının, mülteci veya göçmen kabulü için spesifik nitelikler (Hristiyan olmak, mesleki açıdan nitelikli olmak vb.) araması da insan hakları açısından kabul edilemez bir durum ortaya çıkarmıştır.
AB sınırlarını oluşturan ve göç yolları üzerinde bulunan İtalya, Yunanistan ve Bulgaristan mülteci karşıtı sıkı politikalar uygulamaktadır. Bundan yaklaşık bir yıl önce İtalya, Akdeniz’de kurtarılan mültecilerin bulunduğu gemilere kapılarını kapatmış ve neredeyse yeni bir insani felaket yaşanacakken araya İspanya’nın girmesiyle sorun çözülmüştür.[1] Yunanistan da benzer bir yaklaşıma sahiptir. Bu nedenle de ülkedeki mülteci kamplarının hali içler acısı durumdadır. Diğer iki ülkede olduğu gibi Bulgaristan’da da ciddi hak ihlallerinin yaşandığı Birleşmiş Milletler’in (BM) yetkili organlarınca belirtilmektedir. Bu üç ülkenin aksine İspanya, daha insancıl ve liberal bir politika izleyerek yukarıdaki örnekte de görüleceği üzere İtalya’nın kabul etmediği 629 düzensiz göçmene kapılarını açmıştır. Bu ülkelerin karşı karşıya kaldığı mülteci ve göçmen nüfusu her geçen gün artmakta ve daha radikal bir kamuoyunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Avrupa ülkelerinde artan terör olayları, radikalleşmenin fitilini ateşleyen bir ortam yaratsa da düzensiz göçmen ve mülteci nüfusunun artışı da radikalleşmenin siyasi dinamiklere yansımasını hızlandırmıştır. Ayrıca ekonomik sebepler, kültürel ve dini farklılıklar ve daha pek çok faktör de Avrupa halklarının radikalleşmesine ve kendinden olmayanı dışlamasına sebebiyet vermiştir. Bütün bu iç dinamikleri hesaba katarak 2019 yılının Mayıs ayının son haftasında yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri incelendiğinde, birlik içerisindeki aşırıcı fikirlerin yükselişi daha iyi anlaşılmaktadır. Aslında üye ülkelerin iç politikalarında uzun zamandır kendini gösteren radikal eğilimler, AP seçimlerine de ciddi şekilde yansımıştır. 751 parlamenterden oluşan AP’de, merkez sağ ve merkez sol belli bir ağırlığa sahip olmasına rağmen; bahse konu olan seçimlerde dengeler aşırı sağcılar, liberaller ve yeşiller lehine değişmiştir. İlk kez seçim yapılmaya başlandığı dönemden bu zamana kadar, AP seçimlerine olan katılımda ciddi oranlarda azalma yaşanmasına rağmen; son seçimlerde %50,94’lük bir katılımla sandığa olan ilginin arttığı görülmüştür.[2] AP’deki parlamenter sayısının Brexit’in gerçekleşmesi halinde 705’e düşeceği öngörülmektedir. Bu durum, İspanya ve Fransa’nın sandalye sayısının artmasına neden olacaktır. Kesin olmayan sonuçlara göre; İtalya ve Fransa’da aşırı sağı temsil eden gruplar birinci sıraya yerleşmiştir. Birlikten ayrılma konusu arapsaçına dönen İngiltere’de ise Brexit Partisi seçimi önde tamamlamıştır. Sonuç olarak bu yenilgi, Brexit sürecinin el değiştirmesine neden olacak gibi görünmektedir. Yunanistan’da ise birinci parti merkez sağda yer alan Yeni Demokrasi Partisi olmuş ve bu durum, muhalefetin erken seçim istemesini de beraberinde getirmiştir. Diğer ülkelere göre daha liberal bir tutum içerisinde olduğunu belirttiğimiz İspanya’da aşırı sağcı gruplar oldukça az bir oy almış ve sosyal demokratlar seçimi birinci olarak tamamlamıştır. Hem Almanya’da hem de Fransa’da iyi bir ivme yakalayan Yeşiller ise parlamento genelinde ciddi bir artış yaşayarak bu seçimlerin asıl galibi olmayı başarmıştır.
Birlik içerisindeki AB ve göçmen karşıtlığı, aşırı sağcı gruplara olan desteğin artmasını sağlasa da üye ülkelerin iç politikalarında yaşanan büyük çaplı radikalleşme, AP seçimlerine çok fazla yansımamıştır. Bununla birlikte liberallerin ve yeşillerin bu seçimde aldığı destek, yakın gelecekte merkez sağ ve merkez sol partilerin iktidarda olduğu ülkelerde çeşitli değişimlerin yaşanmasına da yol açabilir. Ancak böyle bir durum, zamanla AB üyesi ülkelerde merkezden uzaklaşmaya; yani aşırı sağ ya da aşırı sol kesimlere doğru bir kaymaya da neden olabilir. Avrupa genelinde artan popülist yaklaşımlar, ülkelerin iç dinamiklerinin de etkisiyle, her iki uçtan birine doğru yaklaşılmasıyla neticelenebilir. Daha önce Yunanistan’da yaşanan iktidar değişimini de bu çerçevede değerlendirmek anlamlı olacaktır. Borç batağına saplanan ve iflasın eşiğine gelen Yunanistan, 2015 yılında yapılan genel seçimlerde radikal sol bir parti olan Syriza’nın iktidara gelmesini sağlamıştır. İçinde bulunduğumuz uluslararası ortam, Avrupa’nın kendince tehlike olarak gördüğü dış dinamikler ve ülkelerin bireysel olarak baş etmek zorunda kaldığı iç dinamikler, Avrupa içerisinde değişim rüzgârlarının esme zamanının yakın olduğuna işaret etmektedir.
[1] “İtalya’nın Limanlarını Kapadığı 629 Göçmen Günler Sonra İspanya’ya Ulaştı”, BBC, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-44511425, (Erişim Tarihi: 19.06.2019).
[2] “Avrupa Parlamentosu Seçimleri: Merkez Sağ ve Merkez Sol Gerilerken Liberaller, Yeşiller ve Aşırı Sağcılar Yükselişte”, BBC, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48417894, (Erişim Tarihi: 19.06.2019).