Tarih:

Paylaş:

Demokrasi-Darbecilik Sarmalında Amerikan İki Yüzlülüğünün Yeni Boyutu: Venezuela

Benzer İçerikler

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump’ın radikal bir çıkış yaparak kendisini Venezuela Devlet Başkanı ilan eden Juan Guaido’yu söz konusu ülkenin “Geçici Devlet Başkanı” olarak tanıması, tüm dünyanın gözlerini Latin Amerika’ya çevirmesine sebep olmuştur.

Bilindiği gibi, bir zamanlar güçlü ekonomisi ve zengin petrol rezervleri nedeniyle Latin Amerika’da önemli bir refah modeli olarak sunulan Venezuela, 2014 yılından beri çeşitli ekonomik sorunlar, sokak olayları ve darbe girişimleriyle yüzleşmektedir. Nitekim 2018 yılında gelindiğinde %1 milyon gibi uçuk bir enflasyonla karşılaşan ülkede; sağlık sektöründe ciddi sorunlar meydana gelmiş ve bebek ölümlerinde önemli bir artış gözlemlenmiştir. Ayrıca Venezuela’da gıda ve ilaç gibi temel ihtiyaçlara ulaşımın da hayat pahalılığı nedeniyle zorlaştığı bilinmektedir. Tüm bu durum, halkın yoksullaşması sonucunu doğurduğu gibi, hızla fakirleşen insanlar arasında hükümet karşıtı duyguların yükselişe geçmesinin de önünü açmıştır.

Bu noktada sorulması gereken soru ise Venezuela’daki yoksulluğun Nicolas Maduro ve ekibinin ülke yönetimindeki başarısızlığından mı; yoksa ABD başta olmak üzere, Batılı devletler tarafından uygulanan baskılardan mı kaynaklandığıdır. Zira dünyanın petrol rezervleri açısından en zengin ülkesi olan Venezuela’da uygulanan millileştirme politikaları, ABD ve müttefiklerinin bahsi geçen ülkeyi “Haydut Devlet” olarak tanımlamalarına ve çeşitli yaptırımlar uygulamalarına neden olmuştur. Dolayısıyla Venezuela’daki ekonomik sorunların temelinde, emperyalizmin ülkeye diz çöktürmek istemesi yer almakta olup; mesele Karakas yönetiminin ülkenin kaynaklarını Batı’ya peşkeş çekmeyi reddetmesiyle ilişkilidir. ABD’nin Latin Amerika politikasına dair değerlendirmelerde bulunan Amerikalı düşünür Noam Chomsky de Sömürgecilikten Küreselleşmeye isimli eserinde Washington’un tutumunu şu sözlerle açıklamaktadır:[1]

“ABD, bir ülkenin resmi demokrasisinin olup olmadığını önemsemez; önemli olan, ülkenin ABD egemenliğindeki dünya sistemine uyup uymadığıdır. Onun için temel sorun, bir ülkenin soyulmaya ya da yabancıların yatırım yapıp serbestçe sömürmelerine izin verip vermeyeceğidir. Ülke buna izin verdikten sonra ister faşist, ister demokratik, ister komünist olsun fark etmez. Fakat bir ülke kaynaklarını kendi halkına yönlendirmeye başlarsa işte o zaman o ülkenin yok edilmesi gerekir.”

Yukarıdaki bilgilerden hareketle Venezuela’daki güncel gelişmelere dönmek gerekirse, son olayların başlangıcının 20 Mayıs 2018 tarihinde gerçekleşen seçimler olduğu ifade edilebilir. Maduro’nun sandıktan %67,8’lik bir oyla galip çıktığı görülse de seçimlere katılımın %46 düzeyinde kalması, ABD’nin desteklediği muhalifler tarafından meşruiyet tartışmalarının başlatılmasına neden olmuştur. Her ne kadar katılımın düşüklüğü, muhalefetin boykot kararıyla ilişkilendirilse de bu durum, muhaliflerin kaybedeceği seçimlere girmediği şeklinde de yorumlanabilir. Öte yandan %46’lık bir katılımın meşruiyet sorunu yarattığını iddia etmek de çok tutarlı bir yaklaşım değildir. Zira bu oran demokrasileriyle övünen Batılı ülkelerde de pek farklı değildir. Örneğin Fransa’da 2017 yılındaki milletvekili seçimlerine katılım %40 ve İsviçre’de 2015 milletvekili seçimlerine katılım %48 seviyesinde kalmıştır. Hatta 6 Kasım 2018 tarihinde ABD’de düzenlenen ara seçimlerde bile, katılım oranı %49 olarak kayda geçmiştir. Bu çerçeveden bakıldığında, Maduro’nun seçilmesini meşru görmeyen Amerikalıların başta kendi ülkeleri olmak üzere, pek çok ülkedeki seçimleri gayrimeşru ilan etmeleri gerekmektedir. Neticede ABD destekli sağ muhalefet, seçimleri boykot etmiş ve sonrasında meşruiyet tartışması başlatmıştır. İşte bu ortamda önce bir darbe girişimi gerçekleşmiş ve sonra da 23 Ocak 2019 tarihinde sağcı muhaliflerin kontrolünde olan Ulusal Meclis’e başkanlık eden Guaido, Venezuela Anayasası’nın 233. maddesi çerçevesinde kendisini devlet başkanı ilan etmiştir.

Sürece dair vurgulanması gereken husus ise Guaido’ya kendisini başkan ilan etmesi yönündeki önerinin ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’ten gelmiş olmasıdır. Nitekim Guaido’nun Devlet Başkanlığı görevini üstlenmesinin ardından Trump da hiç vakit kaybetmeksizin sağcı lideri “Geçici Devlet Başkanı” olarak tanımıştır. ABD Başkanı’nın bu adımı ise krizin uluslararası bir soruna evrilmesine neden olmuştur. Çünkü Trump’ın kararının ardından İngiltere, İspanya, Brezilya, Kanada, Peru, Arjantin, Kosta Rika, Paraguay, Kolombiya, Ekvador, Şili, Guatemala, Honduras ve Panama’dan Guaido’nun başkanlığının tanınmasına yönelik çeşitli açıklamalar gelmiştir. Diğer taraftan Türkiye, Rusya, Çin, Meksika, Bolivya ve Küba ise Maduro’ya olan desteklerini dile getirmiş ve bu ülkeler tarafından Venezuela’nın içişlerine müdahale edilmesinin doğru olmayacağı ifade edilmiştir.

Tarafların tutumu incelendiğinde ABD’nin Amerika kıtasındaki müttefikleri aracılığıyla Venezuela’yı kuşattığını görmek mümkündür. Diğer taraftan İngiltere, ABD’nin geleneksel partneri olma rolüne uygun bir biçimde hareket ederken; İspanya’nın davranışı da Madrid’in eski sömürgesine baktığı ve bu ülkenin içişlerine karışmayı kendisinin hakkı olarak gördüğü gerçeğini yansıtmaktadır. Öte yandan Maduro’yu destekleyen devletlerden de dikkat çekici mesajlar gelmiştir. Ancak vurgusu itibarıyla Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun ve Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un yaptığı “egemen bir devletin içişlerine müdahale edilmemesi gerektiği” yönündeki uyarıların önemli olduğunu belirtmek gerekir. Zira mevcut gelişmeler, Washington yönetiminin müttefiklerini seferber ederek Maduro’yu devirmek istediğini ve dolayısıyla Venezuela’nın egemenlik haklarına saygı duyulmadığını göstermektedir. Üstelik tarih boyunca darbelerle ve örtülü operasyonlarla anılan ABD, bu kez stratejisini açık bir biçimde uygulamaya çalışmaktadır.

Elbette bu durum, yalnızca Venezuela’yı değil; Amerikancı darbelerin hedefi olabilecek tüm ülkeleri ilgilendirmektedir. Nitekim Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’le anılan “Dünyada darbe olmayacak tek ülke ABD’dir. Çünkü orada bir Amerikan Büyükelçiliği yok.” sözleri de çeşitli ülkelerde meydana gelen darbelerin ABD tarafından planlandığına işaret etmesi sebebiyle oldukça popülerleşmiş bir sözdür. Ancak Venezuela örneği, ABD’nin ordu hiyerarşisini veya ordu içerisindeki hiyerarşinin dışına çıkan bir kliği harekete geçirdiği geleneksel darbe anlayışının dışında, yeni bir konsepte geçiş yaptığını ortaya koyması nedeniyle Washington tarafından planlanan diğer darbelerden ayrılmaktadır.

Klasikleşen askeri darbe yöntemleri ile renkli devrim süreçlerini bir potada eritmeyi amaçlayan yeni Amerikan stratejisi, sürece kontrollü muhalefet gruplarının eklenmesi ve demokratik seçimlerin yok sayılması gibi radikal adımları da içermektedir. Neticede Washington’un organize ettiği darbelere ilişkin stratejisinin güncel versiyonu şu şekilde özetlenebilir:

  • İlgili ülkenin çeşitli yaptırımlar aracılığıyla ekonomi üzerinden baskı altına alınması ve halkının hızla yoksullaştırılması
  • Fakirleşen halkın sokağa çekilmesi ve sokak gösterileri aracılığıyla hedefteki hükümetin zayıflatılması
  • Ordu içerisinde yer alan darbeci grupların harekete geçirilmesi ve darbe girişiminde bulunulması. Darbe başarılı olursa hedefe ulaşılabileceği gibi, başarısız olması halinde de ülkeyi istikrarsızlaştırma siyasetinin sürdürülmesi ve yeni bir darbeye zemin hazırlanması
  • Emperyalist amaçlar doğrultusunda kontrol edilebilecek muhalif aktörlerin desteklenmesi ve seçilmiş hükümetin yok sayılması
  • Nihai aşamada seçilmiş hükümetlerin devrilerek ABD’nin çalışabileceği uyumlu aktörlerin göreve gelmesinin sağlanması ve eğer gerekirse bu amaç doğrultusunda “insani müdahale” argümanı kullanılarak askeri operasyon seçeneğine başvurulması

Belirtilen stratejinin en ilginç yanı, ABD’nin uzun yıllar boyunca kullandığı demokrasi söylemini rafa kaldırarak seçilmiş hükümetleri tamamen yok saymasıdır. Her ne kadar Venezuela örneğinde seçimlere katılımın düşüklüğü bahane edilerek sağ muhalefete meşruiyet sağlanmaya çalışılsa da demokrasileriyle övünen Batılı devletlerde gerçekleşen seçimlerin katılım oranlarının da çok farklı olmadığı görülmektedir. Bu sebeple özelde ABD’nin; genelde ise Batı’nın Venezuela merkezli gelişmeler nedeniyle demokrasi sınavında sınıfta kaldığı ifade edilebilir. Sonuç olarak Washington yönetiminin demokrasi kavramına bakışındaki iki yüzlülük, Venezuela örneğiyle bir kez daha ifşa olmuştur. Üstelik Washington’un benzer stratejileri sorun yaşadığı diğer ülkelerde de uygulamayacağının herhangi bir garantisi yoktur. Bu sebeple de ABD’yle çeşitli sorunlar yaşayan tüm aktörlerin dikkatli olması gerekmektedir.


[1] Noam Chomsky, Sömürgecilikten Küreselleşmeye, çev. Erdem Sakınç, Ütopya Yayınevi, Ankara 2010, s. 73.

 

Dr. Doğacan BAŞARAN
Dr. Doğacan BAŞARAN, 2014 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisans derecesini, 2017 yılında Giresun Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda sunduğu ‘’Uluslararası Güç İlişkileri Bağlamında İkinci Dünya Savaşı Sonrası Hegemonik Mücadelelerin İncelenmesi’’ başlıklı teziyle almıştır. Doktora derecesini ise 2021 yılında Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı‘nda hazırladığı “İmparatorluk Düşüncesinin İran Dış Politikasına Yansımaları ve Milliyetçilik” başlıklı teziyle alan Başaran’ın başlıca çalışma alanları Uluslararası ilişkiler kuramları, Amerikan dış politikası, İran araştırmaları ve Afganistan çalışmalarıdır. Başaran iyi derecede İngilizce ve temel düzeyde Farsça bilmektedir.