Tarih:

Paylaş:

İç Politik Süreçlerin Dış Politika Kararlarına Etkisi: Diaspora Etkisinde Macron Örneği

Benzer İçerikler

Kamuoyunda “sarı yelekliler” olarak bilinen halk hareketleriyle iç politikada oldukça sıkıntılı günler geçiren Fransa ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Fransa Ermeni Organizasyonları Koordinasyon Konseyi’nin her yıl düzenlediği yemekli toplantıda Fransız takvimine “Ermeni Soykırımını Anma Günü”nü ekleyeceğini açıklamasıyla “1915 Olayları” yeniden kamuoyu ve karar alıcıların tartışma konusu halini aldı. Mevzu bahis organizasyonda bir konuşma yapan Macron, Fransa’nın “tarihe doğru bakan bir ülke” olarak “1915 Olayları”nı yasayla soykırım olarak tanıyan ilk ülkelerden biri olduğunu ifade ederek Türk kamuoyunu tahrik eden bir skandalın altına imza atmıştır. Macron’un sürpriz olmayan çıkışını ele alan bu analizde, söz konusu hadisenin bir soykırım olup olmadığına dair birtakım tespitlerde bulunmakla beraber Macron’u böylesi bir açıklamaya sevk eden nedenler ve bunun olası sonuçları üzerinden bir değerlendirme yapılması amaç edinilmiştir.

Birinci Dünya Savaşı’nın ağır koşulları altında gerçekleşen “1915 Olayları”nın soykırım olup olmadığının tespiti uluslararası hukuk bağlamında basit bir okumayla yapılabilecektir. Öncelikle “soykırım nedir?” ve “soykırımın uluslararası hukuktaki yeri nedir” sorularına cevap arandığında en temel hukuki metin 9 Aralık 1948 tarihinde Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 260 A (III) sayılı kararıyla kabul edilip, imza, onay ve katılıma açılan “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”dir. Sözleşmenin ikinci maddesinde soykırım suçu aşağıdaki gibi tanımlanmıştır:

“Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden herhangi biri, soykırım suçunu oluşturur.

a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;

b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;

c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;

d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;

e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.”

1948 tarihli sözleşmenin ikinci maddesinde açık bir biçimde soykırım suçunun tanımının yapıldığı görülmektedir. Sözleşme ve sözleşmedeki tanım üzerinden bir değerlendirme yapmadan önce “1915 Olayları”na dair süreci izah etmek bir zaruret halidir. Bahse konu olaylar ve süreç en anlaşılır haliyle tarihsel bir anlatı olarak ifade edilmesi gerekirse Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun sadık tebaaları arasında görülen Ermeniler arasında gerek Batılı emperyalist devletler gerekse Rusya’nın desteği ve tahrikleriyle çeteleşen grupların tedhiş hareketleri hat safhaya ulaşmıştır. Ermeni çeteleri bir yandan asayişi bozmakta ve Müslüman ahaliye karşı kanlı eylemlerde bulunmakta öte yandan ise Devlet-i Aliye-yi Osmanniye’nin savaş halinde olduğu devletlerle işbirliğine girişecek ihanet-i vatan eyleminin altına imza atmaktalardır.

Savaş hali içerisinde karar tesis eden devlet adamlarının öncelikli vazifeleri ise devletin bekasıydı. Bu hassasiyetle cepheleri daha güvenlikli kılmak amacıyla gerek ihanet eden gerekse asayişi bozan unsurlara karşı acil bir önlem alınması gerekmekteydi. Bu kapsamda 27 Mayıs 1915 tarihinde Osmanlı hükümeti tarafından “Sevk ve İskân Kanunu” çıkarılmıştır. Dört maddeden oluşan kanunun üçüncü ve dördüncü maddesi yürürlük tarihi ve icra makamlarına ilişkin olup ilk iki maddede “devlet güçlerine ve kurulu düzene karşı muhalefet, silahla tecavüz ve mukavemet görülürse şiddetle karşı konulması ve imha edilmesi” ve “silahlı güçlere yönelik casusluk ve ihanetleri tespit edilen köy ve kasabaların başka bölgelere yerleştirilmesi” hükümleri yer almaktadır.

Kanunun ilgili maddelerinde de görüldüğü üzere herhangi bir etnik veya dini grubun adı geçmemektedir. Ayrıca kanun uygulanırken sadece Ermeniler değil söz konusu hukuki metinde yer alan suçları işleyen diğer etnik ve dini gruplara karşı da gerekli işlemler yapılmıştır. Dahası göç ettireceklerin can ve mal güvenliklerinin sağlanması, yeni evlerine yerleşene kadar iaşelerinin “Göçmen Ödeneğinden” karşılanması, eski durumlarına uygun olarak emlak ve arazi verilmesi, muhtaç olanlara gerekli yardımlar ve imkanların sunulması, geride bıraktıkları kıymetli malların tespit edilerek bedellerinin ödenmesi de Osmanlı hükümeti tarafından resmi olarak düzenlemeye tabi tutulmuştur.

“Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme”, “Sevk ve İskân Kanunu” ve yaşanan süreç bir arada değerlendirildiğinde soykırım suçuna dair gerek maddi gerekse manevi unsurların oluşmadığı açık şekilde ortadadır. Çünkü herhangi bir ulusal, etnik, ırksal veya dinsel grup hedef alınmadığı gibi bunların sırf bir gruba mensubiyetlerinden dolayı öldürülmeleri, bedensel veya zihinsel zarar verilmesi, grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarının kasten değiştirilmesi, grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler alınması, gruba mensup çocukların zorla bir başka gruba nakledilmesi gibi fiiller söz konusu olmamıştır. Aksine Osmanlı hükümeti gerekli güvenlik tedbirlerini almaya çalışmış ve ayrıca sevkin işleyişine ve sevke maruz kalanlara yeni yaşam alanları tahsis edilmiş, hayatlarını idame ettirmeleri için gerekli maddi destekleri de vermeyi hukuki garanti altına almıştır.

Sözleşme temel alınsa dahi soykırım olarak nitelendirilemeyecek bu olayla ilgili olarak değinilmesi gereken iki önemli husus daha mevcuttur. Bunlardan ilki sözleşme ve olayların tarihidir. Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılmasına Dair Sözleşme 1948 yılında imza edilmiş olup buna karşın söz konusu olaylar 1915 yılında cereyan etmiştir. Hukukta en temel kurallar arasında yer alan geriye yürümezlik ilkesi bağlamında gerçekleştiği tarihte suç olarak değerlendirilmeyen fiiller, sonradan suç olarak kabul edilse bile öncekilere uygulanamaz. Uluslararası hukukta soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar bakımından tartışmalı olsa dahi bu ilkenin genel kabul gördüğünün belirtilmesi gerekir. Bir diğer husus ise uluslararası sözleşmeler taraf devletleri veya uluslararası hukuk kişilerini bağlayıcı niteliktedir. Bu nedenle sözleşmeye taraf olmayan devletler açısından hiçbir anlam dahi ifade etmemektedir.

Gerek tarihsel gerekse hukuki açıdan asılsız bir iddia olanın ötesine gidemeyen soykırımın devletlerin iç hukuklarında tanınması ise hem Türkiye hem de uluslararası hukuk açısından hiçbir geçerliliği ve karşılığı olmayan işlemlerdir. Ancak bu işlemlerin politik boyutu her açıdan dikkate alınmalı ve sonuçları üzerinde hassasiyetle değerlendirmeler yapılarak önlemler alınmalıdır. Çünkü devletlerin iç hukuklarında bu hadiseyi tanımaları; “4T Planı” olarak anılan tanıtım, tanınma, tazminat ve toprak alma şeklinde başlıklara ayrılan projeksiyonun ilk iki ayağının gerçekleştiğinin işaretidir. Fransa ise bunu bir adım daha ileri götürmek suretiyle geleneksel Türk karşıtlığı politikası bağlamında bir hamle daha gerçekleştirmiştir. Lakin Macron’un bu çıkışını “Türk karşıtlığı” üzerinden açıklamak oldukça indirgemeci bir yaklaşım olacaktır.

Bilindiği üzere Fransa ekonomik nedenlerden dolayı oldukça sıkıntı günler geçirmektedir. Ülkedeki ekonomik problemler son dönemde politik bir hal almış ve kitlelerin sokağa dökülmesi söz konusu olmuştur. Hala sona erdiğine dair bir yargıya varılamayan olaylarda Fransız devleti ile halkı arasında ciddi çatışmalar olmuştur. Bu süreçte çok sayıda vatandaşın yaralanması ve öldürülmesi olayları gerçekleşmiştir. Başta Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olmak üzere çok sayıda devletle ilişkilerinde sorun yaşayan Macron Fransa’sı iç dinamiklerdeki enerjinin iktidarları açısından hayati bir soruna işaret ettiğini görmüştür. Dolayısıyla Macron ve ekibi ülkelerindeki en büyük ve etkili ikinci diaspora yapılanmasına sahip olan Ermenilerle işbirliği yaparak iktidarını sağlama almaya çalışmaktadır. Ayrıca Ermeni diasporasıyla yakın ilişkilere sahip olan PKK’nın uzantısı sivil toplum örgütü ve kitleler de bu süreçte dikkate alınmış olabilir. Bahse konu yapı ve gruplar “sarı yelekliler” olarak adlandırılan halk hareketlerinde Macron karşıtı bir çizgide durmaktalar. Bu hamle ile Fransız diasporası ve Türkiye karşıtlığı üzerinden bu kitleleri de etkisizleştirmek amaç edinilmiş olabilir.

Netice itibarıyla Macron’un iç politikadaki sıkışmışlığını gidermek ve bir anlamda da dikkatleri başka bir yöne kanalize etmek amacıyla yaptığı bu açıklama iç ve dış politika süreçleri ve dinamiklerinin birbirlerini etkileyen unsurlar olduğunu ortaya koyan güncel bir örnek olarak görülmelidir. Siyasi çizgisine uygun düşen ve eylem ajandasında yer alan bu provokatif vaadin Macron’a iç politika bakımından kısmen alan açma ihtimali olsa dahi dış politika noktasında maliyetlerinin hesaplanmadığı görülmektedir. Oy veya seçmen kaygısı üzerinden gerek NATO ve mülteci meselesi gibi unsurlar bağlamında gerekse güvenlik, ekonomi ve enerji alanlarında birincil öneme sahip Ankara yönetiminin provoke edilmesinin sonuçları Paris açısından çok da düşündüğü gibi olmayabilir.

Macron’un iç politika dinamikleri üzerinden dış politikayı etkileme kapasitesi ve yeteneği olan bu çıkışının dış politika ayağında ise hem Ortadoğu hem de Kafkasya jeopolitiği bağlamında amaç güttüğü de görülmektedir. Türkiye ile ilişkilerinde gözle görünür bir sorun veya kriz olmamasına rağmen böylesi hasmane bir tavır, Suriye noktasında hem Suriye Ermenilerine hem de Türkiye’ye gönderilen bir mesaj olarak da ele alınabilir. Böylece Fransa, bir taraftan eski sömürgesi Suriye’de kendisine alan açmaya ve Suriye Ermenilerini konsolide etmeye diğer taraftan Türkiye’yi Ermeniler üzerinden tehdit etmekte ve sıkıştırmaya çalışmaktadır. Aynı zamanda da Kafkasya üzerinden de baskı oluşturma niyetinde olduğu görülmektedir. Bunlara karşın Türk dış politikası açısından taviz verilemez meseleler arasında yer alan bu konunun bir baskı aracı olarak Ankara’ya dayatma yapılması ise beklenen sonuçları verecek düzeyde bir hamle değildir. Aksine son dönemde milliyetçi eğilimlerin hem kamuoyunda hem de karar alıcılar da gözle görülür şekilde arttığı Türkiye’de halkın ve karar alıcıların daha fazla kenetlenmesine sebebiyet teşkil edecektir. Halk desteğini daha fazla hisseden karar alıcılar ise dış politikada daha güçlü bir duruş sergileyecektir.

Dr. Kadir Ertaç ÇELİK
Dr. Kadir Ertaç ÇELİK
ANKASAM Uluslararası İlişkiler Danışmanı Dr. Kadir Ertaç ÇELİK, lisans eğitimini Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini ise Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı’nda tamamlamıştır. Günümüzde Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Çelik’in başlıca çalışma alanları Uluslararası ilişkiler kuramları, Amerikan dış politikası, Türk Dünyası, güvenlik ve stratejidir.