Tarih:

Paylaş:

İİT Astana Zirvesi: İslam Dünyasına Yeni Bakış

Benzer İçerikler

10-11 Eylül 2017 tarihlerinde Kazakistan’ın Başkenti Astana’da İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Birinci Bilim ve Teknoloji Zirvesi gerçekleştirildi. Söz konusu zirvenin Astana Expo 2017 Uluslararası Sergisi kapanışına denk getirilmesi, hiç kuşkusuz Kazak diplomasisinin bir başarısıdır. İİT Zirvesi ve Astana Expo’nun Kazakistan’ın uluslararası ilişkilerdeki olumlu imajına katkıda bulunacağı aşikârdır. Kazak ulusal kimliği açısından iki oluşuma da bakıldığında Kazakistan’ın kendisini İslam Dünyası’nın bir parçası olarak gördüğü ayrıca, bilim ve teknoloji alanlarında Müslüman ülkelerle birlikte bir gelişimi desteklediği dikkat çekmektedir. Kazakistan’ın başarıları bir yana bu yazıda, İİT Bilim ve Teknoloji Zirvesi dolayısıyla İslam Dünyası’nda yeni bir bakış, yeni bir yaklaşım geliştirilmesi gerektiği tartışılacaktır.

Her şeyden önce İslam Dünyası’nda “İslam birliği” anlayışının zayıf olduğunun vurgulanması gerekmektedir. Bunun sebepleri Abbasi Halifeliğinin dağılmasıyla farklı devletlerin meydana gelmesi, Sünni-Şii ayrımının ortaya çıkması ve bu ayrımın siyasallaşması, son olarak da Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla Sünni İslam Dünyası merkezinin kaybolması gelmektedir. 20. yüzyılda ulus-devletlerin oluşmasıyla her devletin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ve ortak “ümmet anlayışı” yerine “jeopolitik rekabet” anlayışının gelmesi, İslam Dünyası’nın durumunu daha da zorlaştırmıştır. Bu bağlamda etnik olarak genel itibariyle İslam ümmetini oluşturan beş ögeden bahsetmekte fayda vardır. Bunlar: Araplar, Farslar, Türkler, Güney Asya Müslümanları ve Güney Doğu Asya Müslümanları olmaktadır. Bunların içinde Güney Doğu Asyalı Müslümanlar, İslam Dünyası’nın merkezinden uzak oldukları için, buradaki jeopolitik rekabetten uzak kalmışlardır. Ayrıca, Güney Doğu Asyalı Müslümanların mülayim karakterlerinden dolayı İslam Dünyası’na liderlik etme iddiası bulunmamaktadır. Halbuki dünyadaki en kalabalık Müslüman nüfusunu, bu bölgedeki Malezya ve Endonezya Müslümanları oluşturmaktadır. Güney Asya Müslümanları da tarih boyunca kuzeyden gelen Müslümanların hakimiyeti altında tutulmuşlardır. İran’ın da İslam tarihi boyunca Arap ve Türk hanedanlar tarafından yönetildiğini düşünecek olursak, Arapların ve Türklerin tarih boyunca İslam Dünyası’nın liderliği görevini üstlendiği gerçeğiyle karşılaşmaktayız. Zaten İslamiyet’te halifeliğin 632 yılından 1256 yılına kadar Araplarda, 1256 yılından 1517 yılına kadar Mısırlı Türk olan Memlûklerde ve 1517 yılından 1923 yılına kadar da Osmanlılarda bulunması bu tezi doğrulamaktadır.

Bugün gelinen noktada Suudi Arabistan, İran, Türkiye, belli ölçülerde Pakistan ve Mısır, İslam Dünyası’nda kendilerini lider olarak görmektedirler. Kutsal topraklara sahip olduğu için Suudi Arabistan dünyadaki pek çok Müslüman tarafından lider olarak kabul edilmektedir. Ekonomik olarak petrol zengini olan ülke, bu liderliğini İslam ülkelerinde cami yapma, Kur’an-ı Kerim basma gibi çeşitli faaliyetlerle desteklemektedir. Politik olarak Cidde’nin İslam Dünyası’ndaki liderliğini destekleyen proje İslam İşbirliği Teşkilatı’dır. İİT’ye bağlı birçok alt örgütün merkezi de Cidde’de bulunmaktadır. Ancak bilimsel ve teknolojik yönden Suudi Arabistan çok gerilerde yer almaktadır. Ayrıca insan hakları ve özellikle kadın hakları konusunda iyi bir imaja sahip olmamaktadır. En önemlisi ideolojik olarak Suudilerin Vahhabiliği benimsemesi ve ne hikmetse bütün aşırıcı İslami hareketlerin Vahhabiliğin alt kollarından çıkması, Suudi Arabistan’ın İslam anlayışının diğer Müslümanlar tarafından sorgulanmasına yol açmaktadır.

İslam Dünyası’nda kendini lider olarak gören ikinci ülke İran’dır. Hz. Muhammed ve onun soyunu öne çıkartan İran İslam anlayışı, son peygamberin İslam dinindeki rolünü azaltmaya çalışan ve ona sevgiyi şirk sayan Suudi Arabistan’ın Vahhabilik anlayışıyla doğal olarak çatışmaktadır. Jeopolitik anlamda bu çatışma İran-Suudi Arabistan rekabeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca İran’ın Irak ve Suriye üzerinden batıya doğru yayılması, Riyad tarafından tehdit olarak algılanmaktadır. Bu rekabet İslam Dünyası’ndaki bütün girişimleri kilitlemektedir. Her ne kadar İran’ın Şii İslam anlayışı, Sünniler tarafından kabul edilmese de Suudi Arabistan’ın ABD’yle müttefik olması, İran’ı İslam ümmeti açısından daha sempatik hale getirmektedir.

“Medeniyetler Çatışması” tezinin sahibi Samuel Huntington’ un tespitine göre İslam Dünyası’nın doğal lideri Türkiye’dir. Tarihsel, ekonomik, kültürel ve jeopolitik açıdan Türkiye, aynı dini paylaştığı ülkeler arasında en çok sevilen devletlerden biridir. AK Parti hükümeti döneminde Türkiye, söz konusu liderlik durumunu sadece elit düzeyde değil, tüm toplum tarafından içselleştirmiş gözükmektedir. Suudi Arabistan’ın “Orta Çağ” İslam anlayışı ve İran’ın siyasallaşmış İslam anlayışıyla karşılaştırdığımızda Türkiye’nin İslam anlayışının, birçok Müslüman devlet açısından örnek teşkil ettiği görülmektedir. Ankara’nın hem NATO üyesi olması hem de İran’la birlikte Suriye’de işbirliği yapması, Türkiye’nin konumunu güçlendiren hususlar olarak karşımıza çıkmaktadır.

İslam Dünyası’nda belli kriterlere göre lider olarak kabul edilen Pakistan ve Mısır’a gelince, Pakistan’ın ulus olarak oluşumunda İslam kimliğinin önemli olduğuna dikkat çekilmesi gerekmektedir. Zaten Hindistan-Pakistan ayrışmasında Hint Budist kimliği ile Pakistan Müslüman kimliği belirleyici olmuştur. Ülke başkentinin “İslamabad” yani “İslam şehri” olması da tesadüf olmamaktadır. Ancak Pakistan enerjisini Hindistan’la rekabete ve Afganistan’daki sorunlara yönelik olarak harcamaktadır. El-Ezher Üniversitesi’nden dolayı lider olarak kabul edilen Mısır ise, ülkesindeki fakirlik ve siyasal istikrarsızlıkla meşguliyet içerisindedir.

Buraya kadar tartıştığımız yaklaşıma uluslararası ilişkilerde jeopolitik yaklaşım adı verilmektedir. Bu yaklaşım devletler arasındaki rekabeti ön plana çıkarmaktadır. Aslında İslam Dünyası ve özellikle de Arap Dünyası jeopolitik yaklaşımla çok fazla meşgul olmaktadırlar. Burada kazan-kazan anlayışı değil, sıfır-toplam anlayışı baskın olmaktadır. Başka bir ifadeyle “kazanan her şeyi alır anlayışı” üstün olduğu için işbirliğine gidilmemektedir. Ayrıca jeopolitik yaklaşımda belli ölçüde “muhteşem” geçmiş arayışı vardır. Örneğin, Araplar bütün İslam Dünyası’nı yönettiği ve Arap dilinin ortak dil olduğu dönemi özlemektedir. Bu bakımdan Vahhabiliğin kökenlerinde Arapçılığın bulunması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. İran/Farslar ise İslam öncesi Ahameniş ve Sasani dönemindeki üstünlüklerini aramaktadırlar. Dolayısıyla Şiiliğin Mehdi beklentisi anlayışı ile Pers altın çağı beklentisi örtüşmektedir. Bununla birlikte, Türk-İslam Dünyası’nın birliğini özleyen Türkiye’nin, Osmanlı dönemlerini özlemesi de gayet doğal sayılabilecekler arasındadır.

İslam Dünyası’nda birlik ve beraberlik anlayışını güçlendirmek için, her şeyden önce jeopolitik yaklaşımdan kurtulmak gerekmektedir. Zaten bu döneme kadar İİT tarafından ileri sürülen tüm önemli projeler, bu yaklaşıma kurban gitmiş bulunmaktadır. İslam Dünyası’ndaki en güçlü iki devlet olan İran ve Türkiye arasındaki rekabetin; Suriye işbirliği, nükleer anlaşmadan sonra İran’ın yurtdışına açılması, yeni İpek Yolu projeleri, Rusya-Türkiye yakınlaşması, Türkiye-Batı ilişkilerinin bozulması gibi konular sayesinde yavaş yavaş aşıldığı gözlemlenmektedir. Dünyanın ekonomik-politik merkezinin Kuzey Atlantik’ten Asya-Pasifik’e doğru kaymakta olduğunu düşünürsek, bu eğilimin geçici değil uzun soluklu olacağı anlaşılmaktadır. Bu durum İran’ın İslam Dünyası’ndaki konumunu yükseltmektedir. Orta ve Güney Asya Müslüman ülkeleri, sonuç olarak Batı Asya’daki Müslüman ülkeleriyle İran üzerinden ilişki kuracak ve bütünleşecektir. Bu projelerin gerçekleşmesi ve İslam Dünyası’ndaki ekonomik bütünleşmesin devam etmesi için, İran-Suudi Arabistan rekabetinin çözülmesi gerekmektedir. Ancak ne var ki Türkiye ve İran Avrasya’nın içlerine doğru kaydıkça, Suudi Arabistan ABD’ye doğru yakınlaşmaktadır. İran-Suudi Arabistan rekabetinin aşılması bağlamında iki ülkeye de eşit mesafede duran Türkiye, bu bağlamda arabuluculuk rolünü üstlenebilecektir.

Sonuç olarak, İslam Dünyası’nda savaşların sona erip istikrarın yerleşmesi için ortak vizyon geliştirilmesi gerekmektedir. İİT bugünkü haliyle Arap ağırlıklı bir örgüt olduğu için, bu misyonu üstlenememektedir. Bunun en büyük sebebi örgütteki Suudi Arabistan’ın ağırlığıdır. Başka bir ifadeyle İİT bütün İslam Dünyası’nı kapsayıcı bir duruş sergileyememektedir. İİT internet sitesinin sadece Arapça, İngilizce, Fransızca yayın yapmasının, bunun en iyi göstergesi olduğunu söyleyebilmekteyiz. İran Dini Lideri Ayetullah Hamaney’in resmî web sitesi bile Türkçe ve Rusça yayın yapmaktadır. Bunun anlamı İİT, Türkiye, İran, Afganistan ve eski Sovyet Müslüman devletlerindeki Müslümanlarla ilgilenmemektedir. Bu haliyle İİT bir Arap Dünyası örgütü görünümündedir. Bu durumu düzeltmenin birinci koşulu, İİT Genel Sekreteri’nin Arap olmayan ülkelerden seçilmesidir. İkinci koşulu da Genel Sekreteri, girişimci karaktere sahip genç bürokratlardan tayin etmektir. Üçüncü öneri ise, uzun vadede örgüt merkezinin bölgesel jeopolitik rekabetten uzak duran bir ülkenin başkentine taşınmasıdır.

Uluslararası örgütlerin tarihine göz attığımızda, herhangi bir teşkilatın özgün kimliğini güçlendirmesinin, onun üye ülkelerin arasındaki itibarını da arttırdığını göstermektedir. Nitekim Avrupa’daki örgütlerin işlevine baktığımızda, Soğuk Savaş döneminde kurulan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nın (AGİK, daha sonra Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT)) başarılı olmasının sebebini, merkezinin tarafsız ülke olan Avusturya’da bulunmasına bağlayabilmekteyiz. Bu örgüt, Soğuk Savaş tansiyonunun inmesinde önemli rol üstlenmiş ve Soğuk Savaş sonrasında da eski Doğu Bloku Ülkeleri’nin normalleşmesine katkıda bulunmuştur. Ayrıca hala bazı bölgesel kriz yönetimlerinde arabulucu olarak görev yapmaktadır. Aynı şekilde Avrupa Birliği’nin başkentinin Brüksel’de bulunması da tesadüf olmamaktadır. Fransa ve Almanya rekabetini göz önünde bulundurduğumuzda, AB merkezinin Berlin ya da Paris’te bulunmasının örgütün özgün kimliğini geliştirmesi aleyhinde bir karar olacağı aşikârdır.

Bu örnekleri düşündüğümüzde varacağımız sonuç, İİT’yi genel olarak Arap Dünyası ve özel olarak Suudi Arabistan’ın etkisinden kurtarmak gerekmektedir. Gerçekçi olarak baktığımızda, İİT başkenti olarak Cidde’nin yerine Doha önerilebilmektedir. Ancak Katar krizinde görüldüğü üzere, bu ülkelerin her zaman bir taraf seçme zorunluğu mevcuttur. Eğer İİT’nin çatışmalarla dolu Arap Dünyası’yla özdeşleşmesini engellemek istiyorsak, teşkilat merkezinin Arap olmayan ülkeye taşınması gerekmektedir. Bu bağlamda coğrafi olarak İslam Dünyası’nın ortasında yer alan ve jeopolitik olarak bölgesel rekabetlerden uzak duran Orta Asya ülkelerinden biri düşünülebilmektedir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler tarafından onaylanmış tarafsızlık statüsü bulunan Türkmenistan, ideal olarak görülmektedir. Bilindiği üzere, Türkmenistan İslam Dünyası’nda tarafsız olan tek devlettir. Teşkilat merkezinin sağlıklı çalışması için de yeterli kaynağı mevcut bulunmaktadır. Kazakistan gibi Türkmenistan da dünyada olumlu imaj elde etmek adına çalışma yapan ülkelerden biridir. 2017 Asya Oyunları’na ev sahipliği yapması, bunun en güzel ispatıdır. Onun için Aşkabat’ın bu öneriyi seve seve kabul edeceği öngörülmektedir.

ABD-Rusya arasındaki rekabet açısından İİT merkezini Aşkabat’a taşıma düşüncesine bakacak olursak; halihazırda Rusya, İslam dininin Arap Dünyası ve dolayısıyla ABD’yle özdeşleşmesinden oldukça rahatsız olmaktadır. Rus basınında bu konuyla ilgili tartışmalara bakıldığında kamuoyundaki genel kabul ABD’nin ve onun bölgedeki, başta Suudi Arabistan olmak üzere, Arap taşeronlarının terörizmi desteklediği görüşüdür. Bu konuyla ilgili olarak, Rus (Tatar) bilim adamları İslam’ın terörizmden kurtulmasını hedef edinmektedirler. Bunun başkaca bir sebebi de Kuzey Kafkasya’daki terör eylemlerinde, Arap Dünyası’nda eğitimden geçen Rus vatandaşlarının aktif olmasıdır. Başka bir ifadeyle Rusya’daki Vahhabi-Selefi akımların güçlenmesiyle terörizmin artması doğru orantılıdır. Bu nedenle Rusya, İslam konusunda Türkiye ve İran’ı kendine ortak görerek bu bağlamda İslam Dünyası’na yakın durmaya çalışmaktadır. Bu arada Rusya’nın İİT’ye gözlemci ülke olması önemli bir hadisedir. Rusya Cumhurbaşkanı Putin’in himayesinde “Rusya-İslam Dünyası” stratejik vizyon grubu çalışmaktadır.[i] Moskova her sene bir zamanlar Rusya Müslümanlarının başkenti olan Tataristan’ın başkenti Kazan’da “Rusya-İslam Dünyası Ekonomik Forumu”nu düzenlemektedir.[ii] Dolayısıyla Moskova İİT merkezinin Arap güneyinden, Türk kuzeyine taşınmasını destekleyecektir. Hatta Rusya bölgedeki nüfuzunu arttırma amacıyla İİT’de tam üyeliği de düşünebilecek pozisyondadır. Bu durum yakın vadede uzak ihtimal de olsa, Rusya’nın İİT desteği örgütün uluslararası arenada daha da prestijli olmasına yol açabilecektir. Sonuç itibariyle de bu adımı, İslam Dünyası’nın çıkarları ve birlik-beraberliğine hizmet edecek olması kapsamında değerlendirebilmekteyiz.


[i] Group of Strategic Vision “Russia- Islamic World”, http://rusisworld.com/novosti-gruppy/na-kazanskom-kinofestivale-sostoitsya-vruchenie-premii-uchrezhdennoy-gruppoy, (Erişim Tarihi: 10.09.2017).

[ii] 10th International Economic Summit “Russia-Islamic World: KazanSummit 2018”, https://kazansummit.com/, (Erişim Tarihi: 10.09.2017).