28 Aralık 2017’den bu yana İran üst üste operasyon yiyor. Daha öncesi itibarıyla yaşanan DEAŞ’ın Tahran’daki stratejik noktalara beklenmedik saldırıları, Katar-Suudi Arabistan ve 25 Eylül Referandum krizleri ve son olarak Irak’ta gerçekleştirilen seçimlerde sandıktan çıkan sonuç, bu sürecin birer parçası olarak değerlendirilebilir.
Nitekim bu gelişmeler Tahran’ı öylesine endişelendirmişti ki, önce İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, sonrasında ise Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri soluğu Türkiye’de almıştı. Aynı şekilde, 28 Aralık olayları karşısında Türkiye’nin dostça tutumu karşısında İran’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed İbrahim Taherian Fard da ülkesi adına duyulan şükranları basına açıklamıştı. Benzer bir açıklama, ABD’nin İran yaptırımlarına Türkiye’den en üst seviyede yapılan karşı çıkışlar ve her ne pahasına olursa olsun dostluğa devam noktasında verilen mesajlar dolayısıyla İran’ın tepe noktalarından da gelmişti.
Nitekim Ankara’nın Washington’a verdiği olumsuz cevap sonrası Trump yönetiminin dolar silahını devreye sokması ve ekonomi üzerinden Türkiye’deki siyasi iradeyi hedef alması üzerine İran, Türkiye’nin kendisi için neleri göze aldığının farkında olduğu mesajını Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Behram Kasımi üzerinden vermişti. ABD’nin Türkiye aleyhinde izlediği politikaları eleştirerek, Türkiye için her türlü desteğe hazır olduklarını, iki ülkenin iyi birer dost olabileceğini belirten Kasımi şu ifadeleri kullanmıştı: “Türkiye ve Türk halkı, dışarıdan kontrol edilen baskılar karşısında başarılı olabilir. Milletlerin iradesi, zorbalık ve tehditlerle değiştirilemez.”
“Söylem” – “Eylem” Tutarsızlığı…
Yukarıda ortaya konulan tutum-söylemler, İran’ın gerçek niyetleri ve dostluk anlayışı bağlamında Tahran’da test edildi. Ortaya çıkan tablo şu: Türkiye ve İran arasında güçlü bir işbirliği/ittifak için daha çok zamana ihtiyaç var. İran’ın bir takım “jeopolitik hırsları”, iki ülke arasında sağlam bir zeminin inşasının önünde ne yazık ki halen bir engel olmaya devam ediyor. Aradaki “güvensizlik duvarı” biraz daha büyümüş durumda…
Zira Tahran’ın Suriye-İdlib noktasındaki gereksiz ısrarları, bu kapsamda kullanmaya çalıştığı yöntem ve araçları bir iyi niyet göstergesi olarak değerlendirmek mümkün değil. Özellikle bu noktada Rusya ile birlikte ortaya koyduğu, TV ekranlarına da yansıyan “olağanüstü performans”, oldukça dikkat çekici.
Türkiye’nin taleplerine karşı duyarsız tutum, her ne kadar 12 maddelik bir bildirge imzalanmış olsa da (bu noktada müzakere sürecinin bir kısmının Türk ve Rus heyetlerinin haberi olmaksızın İran tarafından canlı yayınla servis edilmesini de göz önünde bulundurmak gerekiyor elbette), şu okumaya yol açmış durumda:
- Türkiye’nin itibarını bitirmek;
- Türkiye’yi muhalifler nezdinde zor duruma düşürmek, hatta onlar açısından bir hedef haline getirmek;
- Bir göç dalgasıyla Türkiye ekonomisini ve dolayısıyla da Ankara’daki siyasi iradeyi zor durumda bırakmak;
- Türkiye-Rusya arasını açmak;
- Irak’ta olduğu gibi, Suriye’de de “Türkiyesiz bir kazan-kazan politikası” izlemek;
- Bu bağlamda gerekirse ABD ile Rusya üzerinden bir “işbirliği” geliştirmek, Suriye’de nüfuz paylaşımına gitmek. Böylece kendisi üzerindeki ABD baskılarını, olası bir operasyonu Afganistan-Irak işbirliği örneklerinde de görüldüğü üzere, bir kazanıma çevirmek. (İran eski cumhurbaşkanlarından Ahmedinejad’ın “Afganistan ve Irak’ta ABD’ye yardım ettik açıklaması” halen hafızalarda, en azından başta Google olmak üzere, internet arama motorlarında yer alıyor.);
- “Kasr-ı Şirin Statükosu”nu bitirmek.
Cevap Bekleyen Sorular…
İran, en azından şu sorulara cevap verme durumuyla karşı karşıyadır:
- Suriye’nin bir takım toprakları halen IŞİD/DEAŞ kontrolünde iken, Fırat’ın doğusunda Suriye’nin toprak bütünlüğünü ve bu bağlamda Suriye, Türkiye ve kendisini tehdit eden bir terör yapılanması ve ona destek veren bölge dışı bir güç (ABD) söz konusu iken, neden önce İdlib diyor ve bu noktada ısrar ediyor?
- Hedef; İran’ın “Batıya Doğru Politikası”nda Akdeniz’e açılmak ve bu çerçevede Türkiye’nin bölgedeki varlığına son vermek mi?
- Eğer öyle değil ise, niçin Türkiye’nin Suriye’deki nüfuz bölgelerini birer kriz alanına çevirmek istiyor; üstelik bu nüfuz bölgeleri Astana sürecinde varılan mutabakatlar neticesinde oluşturulmuş iken?
- İran’ın gerçek hedefi “Büyük İsrail Projesi” ise, o zaman neden Suriye’nin güneyinden çekilmeyi kabul ediyor?
- Suriye’nin güneyinden çekilmek suretiyle, Rusya üzerinden de olsa, dolaylı olarak ABD-İsrail ikilisinin taleplerine olumlu cevap vermiş olmuyor mu?
- Bu noktada İran’ın Suriye-Ortadoğu politikası Rusya’dan ne kadar bağımsız?
- Türkiye’nin muhaliflerle görüşme ve İdlib’i silahsızlandırma noktasında zaman kazanmaya yönelik olarak talep ettiği bir ateşkese niçin ısrarla karşı çıkıyor ya da Rusya’ya bu konuda Türkiye ile birlikte baskı yapmıyor?
- İran, Petro’nun vasiyetine uygun pozisyonunu korumaya devam mı etmek istiyor?
- O zaman gerçek anlamda bir Türkiye-İran dostluğu nasıl oluşturulacak?
Bu sualler daha da çoğaltılabilir. Fakat bunlara verilecek cevaplar bile, İran’ın Türkiye’ye yönelik yaklaşımını ve Tahran Zirvesi’nde izahat bekleyen “o tutumunu” anlamamıza az da olsa kaktı sağlayacaktır. Daha da önemlisi, İdlib sonrasına yönelik olarak “nasıl bir Suriye”, “kimin Suriyesi” sorularına ve bu bağlamda oluşan kafa karışıklıklarına da önemli ölçüde cevap verecektir.