Yanlış anlamayın bu iddia bana ait değil. Bunu bizzat ABD’nin kendisi tartışıyor ve arka planda CIA’nın varlığına işaret ediliyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in de bu tartışmaya katılıp Müstakbel ABD Başkanı Donald Trump’ı savunması ve ithamları, söz konusu krizi daha da derinleştireceğe benziyor. Dolayısıyla, Trump daha koltuğa oturmadan yer yerinden oynamaya başlamış durumda.
Peki, sizce bu sürpriz mi? Elbette “hayır”. Trump’ın seçileceğinin anlaşılmasından itibaren her türlü yöntem ile kendisine yönelik bir kirli kampanya başlatıldı. Bu saldırıyla birlikte “İki ABD” arasındaki mücadele de ayyuka çıktı. Bazıları şimdiden “İkinci Kennedy Suikastı” vakasına yönelik yeni bir Hollywood filmi senaryosunu hazırlamaya başlamış bile görünüyor. Yani durum bu kadar ciddi (!)
Bu tür iddialar ve tartışma ortamıyla iki şey hedefleniyor olabilir. Birincisi, gerçekten Rus istihbarat örgütlerinin “oldukça başarılı bir operasyonu” sonucu teslim alınmış bir ABD Başkanı var ve bu durum başlı başına bir milli güvenlik sorunu. Bundan ötürü de derin Amerika’nın bir kesimi buna itiraz ediyor ve koltuğa oturmasını engellemeye çalışıyor.
İkincisi ise; ABD Rusya ile yeni bir dönemi başlatmak için tüm dünyaya numara çekiyor ve Trump üzerinden bu ülkeyle daha yakın bir ilişkiyi hedefliyor. Bunun için de Rusya’yı kendilerine yakın bir başkan profili ile ikna etmeye, en azından Rus kamuoyunun sempatisini kazanmaya çalışıyor.
Her iki olasılık da açıkçası güçlü. Trump’ın şu ana kadar verdiği inişli-çıkışlı tepki/mesajlar ilk olasılığı destekler türden. Her ne kadar bu çelişki kendi-kendi ekibi ve “diğerleri” arasındaki “İsrail merkezli” görüş farklılıklarından ve Evanjelizm’den sapma gibi bir endişeden kaynaklanıyor gibi görünse de, bunun temelinde “esirlik” durumu da göz ardı edilmemesi gereken güçlü bir olasılık olarak karşımıza çıkıyor. Trump’ın içinde bulunduğu amiyane tabirle “sakal-bıyık-tükürük” üçlüsündeki çıkmaz da burada önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftan, eğer ortada iddia edildiği gibi bir durum var ise, o zaman bununla ilgili kanıtların medyaya servis edileceği günlere hazır olmalıyız. Çünkü hiç bir devlet kendi devlet başkanının bir başka devlet tarafından esir alınmasına müsaade etmez. Hele hele bu devlet ABD ise… Eğer bu iddiayı destekler kanıtlar medyaya servis edilmez ise, işte o zaman ortada çok ciddi bir numaranın olduğu ortaya çıkacaktır ki, bu da bizi ABD’nin yeni Avrasya oyununa götürür.
ABD Rusya’ya havuç mu uzatıyor?
Bu köşeyi düzenli olarak takip edenler, bu başlıkla ne söylemek istediğimi anlamakta zorlanmayacaktır. Başlıkta da görüldüğü üzere ABD, “Ötekiler İttifakı”nın iki güçlü motorunu karşı karşıya getirmek istiyor. Bununla ilgili olarak daha önce Obama’nın Çin’e “gel dünyayı ikimiz paylaşalım, bunun için de Rusya’yı balkanlaştıralım” teklifini götürdüğünü burada yine bir kaç kez kaleme almıştım.
Çin’den umduğunu bulamayan ABD anlaşılan o ki şimdilerde ibreyi Rusya’ya çevirmiş durumda, eğer durum düşündüğümüz gibiyse…
Fakat ortada ne olursa olsun çok somut bir sonuç var: ABD ciddi anlamda bir yozlaşma içerisine girmiş durumda. Gerçi, Putin bunu daha çok siyasi elitler ile sınırlı tutmaya çalışıyor ama fotoğraf göründüğünden daha büyük. Ve yine anlaşılan o ki, Putin ABD’deki bu siyasi yozlaşmayla ilgili çok geniş bir arşive sahip ve ondan dolayı Kremlin’den büyük bir keyifle canı istediği vakit topa giriyor.
Batı kendi içerisinde bir hesaplaşmaya mı gidiyor?
Yukarıda da kısaca değindiğim gibi, mevzu ABD olunca bu tartışmaları ve etkilerini sadece bu ülke ile sınırlı tutmak elbette mümkün olmuyor. Öyle ki, Washington’dan başlayan bu sarsıntı Brüksel, Moskova, Tahran ve Pekin hattında fazlasıyla hissedilmeye başlamış durumda. Bunun dışında Tel Aviv, Şam, Bağdat, Riyad ve elbette Ankara’yı da unutmamak lazım. Dolayısıyla 20 Ocak ve sonrasını tüm dünya merakla ve daha yerinde bir tabirle endişeyle bekliyor.
Burada tüm başkentlerden bahsedecek değilim. Brüksel üzerinden ABD-AB arasındaki son krize değinmek istiyorum.
Burada uzunca bir süredir Batı’nın kendi içerisinde bir bölünmeye gittiğine dikkatleri çekiyorum. Batı dünyasında üç türlü bölünme söz konusu: ABD-Avrupa Birliği (AB), AB ve ABD’nin kendi içindeki bölünme. Dolayısıyla, bu bölünme süreci çok boyutlu ve bunun merkezinde de ABD yatıyor. ABD’nin görece zayıflamaya başlaması, ABD’nin kendi içerisinde bir bölünme endişesini gündeme taşırken; diğer taraftan ABD-AB arasındaki bölünme sürecini de hızlandırmış vaziyette.
Fakat burada daha dikkat çekici husus, bu bölünmenin çok da gönüllü olmayacağı ve Batı’nın kendi içerisinde çok boyutlu bir mücadeleye gidebileceği yönünde. İngiltere’nin AB’den ayrılması, Fransa’nın bu sürece girmesi, Polonya’nın kıble olarak Brüksel yerine Washington’u seçmesi hep bu sürecin birer önemli göstergesi olarak kabul edilebilir.
Burada İtalya’yı da zikretmeden geçmeyelim. Avrupa Parlamentosu’ndaki en büyük siyasi grup olan EPP Başkanı Manfred Weber’in yaptığı basın toplantısında verdiği iki mesaj oldukça önemli. Weber, yeni ve güçlü bir Avrupa için koalisyona gittiklerini ve AB’nin mutlak bir reforma ihtiyacı olduğunu vurgularken; diğer taraftan ABD Başkanlığı koltuğuna oturacak Trump’ın sözlerini hatırlatarak, “Trump önce ABD diyorsa biz de önce Avrupa demeliyiz” ifadelerini kullanıyor.
Dolayısıyla, ABD’nin Avrupa’ya her geçen gün artan askeri varlığını sadece Rusya’ya karşı bir tedbir olarak düşünmemek gerekiyor.
Bilmem anlatabildim mi?