Tarih:

Paylaş:

Uluslararası Hukuk ve Güncel Sorunların Çözümü

Benzer İçerikler

Uluslararası hukuk, uluslararası toplumu oluşturan aktörler arasındaki ilişkileri düzenleyen  ku­rallar bütünüdür. Uluslararası hukukun doğuşu ve devletler arasındaki ilişkilerde uygulanmaya başlanması egemen ulusal devletlerin ortaya çıktığı on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda söz konusu olmuştur. İlk uluslararası hukuk kurallarının önemli bir kısmı dini motiflerle yapılan otuz yıl savaşlarını (1618-1648) sona erdiren 1648 tarihli Westphalia Antlaşması ile genel bir nitelik kazanmış ve yerleşmiştir. Uluslararası hukuk; uluslararası hukuk kişilerinin ilişkilerini düzenleyen normları ifade eder. Uluslararası hukukta en önemli aktör veya kişiler geçmişten beri devam eden şekilde devletlerdir. Ancak 2nci Dünya Savaşından sonra bu alana yeni aktörler eklenmiştir. Özellikle Birleşmiş Milletler başta olmak Uluslararası Örgütler ve ceza hukuku ile insan hakları açısından artık bireyler de Uluslararası hukukta yer alan özneler arasındadır.

Uluslararası hukukun başta devletler arasındaki hukuk olmak üzere tüm uluslararası sorunları çözüme kavuşturmak için normlar getirdiği ve bu normları dünya devletlerinin çatı örgütü niteliğindeki Birleşmiş Milletler aracılığıyla uygulamalarını denetlediği görülmektedir. Elli bir üye ile ilk defa Ekim 1945’de eski Milletler Cemiyetinin yerine kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Vatikan dahil halen 194 üyesi ile Uluslararası hukuku da kullanarak Dünya barış ve güvenliğini sağlamak üzere gerekli sorumluluk ve görevlerini yeterince yerine getirebiliyor mu? Ne yazık ki bu sorunun cevabı olumlu değildir. Uluslararası hukuk BM’ni yeniden kuran güçlerin kendi ulusal hukukları yanında hala tam olarak aktif ve kapsayıcı bir düzeyde saygı görmemektedir.

Dünya barışından sorumlu olan Birleşmiş Milletlerin üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü, en güçlü organı olarak yer alan Güvenlik Konseyi, yakın zamandaki tüm uluslararası sorunlarda hiçbir varlık gösterememiş ve sorunları kendisinden beklenen hız ve gayretle ne yazık ki çözüme kavuşturamamıştır. Birleşmiş Milletler’in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları, tüm üye ülkeler açısından bağlayıcılık taşımasına rağmen bu misyonunu yerine getirememektedir. BM’nin özellikle daimi üyelerinin ulusal çıkarlarını sadece temsil edildiği bir platform olma dışında fazla önemli bir fonksiyonu kalmamıştır. Bu duruma ilişkin yakın dönemde başta Suriye olmak üzere insanlık dramlarının ve katliamlarının yaşandığı bölgelerdeki kayıtsız ve ihmalkâr tutumu bu gerçekliği açığa çıkarmaktadır. Önceleri insani müdahale olarak ifadelendirilen ancak yakın zamanlarda “koruma sorumluluğu” olarak bilinen ilke gereğince, BM’nin özellikle Suriye’de 500 bin civarında olan insan kaybına karşı kayıtsız tutumu ibretle izlenmesi gereken bir duruma işaret etmektedir. Uluslararası hukukta artık daha çok kullanılan bir ilke olarak “KORUMA SORUMLULUĞU” kavramı Birleşmiş Milletler’in (BM) yetkili organları tarafından da onaylanmış bir ilke olarak görülmektedir. Koruma sorumluluğunun BM kararı ile ilk uygulandığı örnek, Libya’dır. Libya’da çıkan iç çatışmalar nedeniyle, BM çok kısa bir süre içinde barışçıl yollara başvurmuş, sonuç alamayınca da etkili yaptırımlar uygulanmış ve son çare olarak da askeri müdahale uygulanmıştır. Ancak Suriye örneğinde koruma sorumluluğunun uygulanmasını gerektiren gerekçeler çok daha bariz olmasına rağmen BM’nin bu konuda zamanında ve etkili bir karar almayı başaramadığı görülmektedir. Oysa 1999’da Kosova’ya yönelik BM’nin rızası olmaksızın gerçekleştirilen NATO müdahalesi, 2003’te benzer şekilde bazı devletlerin BM’nin onayı olmaksızın Irak’a operasyon düzenlemesi, BM ortak güvenlik sistemini yoğun eleştirilere maruz bırakmıştır. Uluslararası topluluğu ilgilendiren ciddi insan hakları ihlalleri durumunda gerçekleştirilecek olan bu tür müdahalelerin tüm uluslararası topluluğun katıldığı bir süreç olması gerektiği düşüncesinden hareketle, Kanada öncülüğünde bir çalışma başlatılmış, 2000 yılında “Devlet Egemenliği ve Müdahale Uluslararası Komisyonu” (ICISS) kurulmuştur. O dönem özellikle bazı kriterler ortaya koyarak Somali, Bosna ve Kosova’ya müdahale edilirken Ruanda’ya müdahale edilmemesinin anılan müdahalelerin gerçekten insani koruma amaçlı olup olmadığı konusunda belirsizliklere yol açtığı için hangi durumlarda müdahale edilirse egemenlik hakkının ihlali olmayacağına bir netlik kazandırılmak istenmiştir. BM reformu için yapılan 2005 Dünya Zirvesi’nin Sonuç Bildirgesi’nin 138 ve 139. Paragraflarında “koruma sorumluluğu”na yer verilmiş ve devletler tarafından oybirliği ile kabul edilmiştir. Güvenlik Konseyi de 2006 yılında almış olduğu 1674 sayılı kararı ile koruma sorumluluğunu onaylamıştır.

ICISS raporunda devletlere karşı uygulanacak zorunlu müdahale için gerekli altı kriter belirlenmiştir.[1]

  • Haklı neden: devletin kendi vatandaşlarını ağır insan hakları ihlallerinden korumaması ya da koruyamaması
  • Doğru amaç: ağır insan hakları ihlallerinin önlenmesi ve hakları ihlal edilen kişilerin ıstıraplarının sona erdirilmesi
  • Son çare: askeri nitelikli önlemlerin son çare olarak düşünülmesi ve öncelikle tüm barışçıl yolların denenmesi
  • Orantılılık: askeri yöntemlerin yoğunluk, kapsam ve süresinin amaçlara erişim gerekli olduğu ölçüde uygulanması
  • Olumlu gelişme beklentisi: müdahalenin olumlu sonuç alma amacı ile gerçekleştirilmesi, hareketsiz kalınması halinde ortaya çıkabilecek olumsuzlukları gidermeye yönelik olması
  • Doğru otorite: askeri müdahalenin sadece BM Güvenlik Konseyi kararı ile gerçekleştirilebilmesi

Yukarıda gösterilen şartlar gerçekleştiği açık bir şekilde belli iken Suriye’ye zorunlu müdahale çeşitli sebeplerle geciktirilmiştir. Bu yüzden SCPR (Suriye Politik Araştırmalar Merkezi), Suriye İç Savaşı sebebiyle dolaylı ya da dolaysız olarak hayatını kaybeden toplam insan sayısını Şubat 2016 itibariyle 470.000 olarak açıkladığına göre bu kaybın dolaylı sorumluluğunu üstlenmeleri gerekecektir. Türkiye’nin en uzun kara sınırına sahip olması sebebiyle yakından etkilendiği ülke olan Suriye’de 2011 yılı yani iç savaştan önce yaklaşık 23 milyon nüfusun 5.5 milyonu ülkeyi terk ederken, 500 bin kişinin öldüğü, 7 milyon kişinin ise mevcut şehirlerini terk ederek ülkedeki başka yerlere gittiği tahmin edilmektedir. Dolayısıyla evini terek enlerin sayısı 12 milyonu geçmektedir. Bu durum Dünya tarihinin en önemli dramlarından birisi olması yanında mevcut sayı bir Yunanistan, bir Portekiz, bir Belçika nüfusu anlamına gelmektedir. Ülkeden kaçanların çoğu rejim ordusunun zulüm yapacağından dolayı kaçmaktadır ve halen 2 milyon kişi bir nevi kuşatma altındadır. Suriye’de işlenen insanlık suçlarına karşı devreye girmesi beklenen 1 Temmuz 2002 tarihinde kurulmuş ve 11 Mart 2003 tarihinde çalışmaya başlamış olan Uluslararası Ceza Mahkemesine taraf olan devletlerin sayısı 124’ü bulsa da ABD ve Rusya Federasyonu daha sonra bu oluşumdan ayrılmışlardır. Dolayısıyla Kuruluş belgesi Roma Statüsü olan, savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım suçları ve saldırı suçlarına bakan uluslararası bir mahkemenin özellikle BM Güvenlik Konseyi’nin 5 üyesinin 3’ünün bu mahkemenin statüsüne taraf olmaması sebebiyle etkisiz bir duruma dönüştüğü görülmektedir. 14 yıl içerisinde sadece dört konuda karar verebilen bu mahkemenin, Suriye’deki olaylar karşısında yargı yetkisini kullanabilmesi için taraf ülke konumunda olmayan Suriye, İran devletlerinin sorumlularının yargılanmasında tek imkân, Güvenlik Konseyinin karar alarak taraf olmayan devletin vatandaşlarının sorumluluğunu ilgilendiren bir durumu Uluslararası Ceza Mahkemesine havale etmiş olmasıdır. Suriye’de aktif olarak yer alan Rusya Federasyonun bu durumda nasıl bir karar alacağını tahmin etmek ise hiç zor değildir.

Uluslararası hukuku uygulaması beklenen devletler ve örgütlerin sorunlara çare olamadığı durumda Dünyanın nasıl bir yere dönüşeceğini geçmişteki olaylardan anlamak mümkün olmalıdır. Halen yaşanan sorunları çözümünü geciktirmenin sonuçlarını 2nci Dünya Savaşının sebepleri ve getirdiği yıkımı üzerinden hatırlamak gerekirken uluslararası sorunları erteleyerek kendiliğinden çözüme kavuşmasını beklemek Uluslararası hukukun kazanımlarını kullanmamak insanlığın geleceğine fayda getirmeyecektir.


[1] Ülkü Halatçı ULUSOY, “Uluslararası Hukuk Açısından Libya ve Suriye Örneğinde Koruma Sorumluluğu”, TAAD, Sayı: 14,s.275.

Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Doç. Dr. Mehmet GÜNEŞ
Ankara Ufuk Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olan Güneş, 1990 yılında KHO’da Yönetim, 2000 yılında Dokuz Eylül Üniversitesinde Hukuk, 2006 yılında Anadolu Üniversitesinden İktisat olmak üzere üç ayrı lisans programından mezun oldu. İlk yüksek lisans eğitimini 1998’de Çanakkale 18 Mart Üniversitesi SBE’de “Osmanlının Son Döneminde Yetişen Subayların Fikri Yapılarının Temelleri” adlı teziyle tamamlarken ikinci yüksek lisans tezini İnönü Üniversitesi SBE’de “AYİM’nin İdarenin Takdir Yetkisinin Kullanımına İlişkin Yaklaşımı” adlı tezi ile 2006 yılında bitirdi. 2011 yılında Gazi Üniversitesi SBE’de Doktora eğitimini “Bir Siyasal Rejim ve Demokrasi Uygulaması Olarak: Vesayetçi Demokrasi” adlı tezi ile sonuçlandırdı. 2007-2014 yılları arasında KHO, 2014 yılından itibaren Ufuk Üniversitesinde Doçent kadrosunda görevlidir. Doç.Dr. Mehmet GÜNEŞ’in Uluslararası Hukuk, Uluslararası Siyaset, İnsancıl Hukuk, İdare Hukuku, Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler ve Politik Ekonomi konularında çeşitli dergi ve kitaplarda makale ve araştırmaları yayınlanmıştır.