Analiz

ABD ve İsrail’in Ortak Hedefi: Jeopolitik Mühendislik ve Bölgesel Yeniden Dizayn

Orta Doğu’nun ticari ve stratejik haritası, ABD-İsrail ortak çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.
Arap ülkeleriyle yürütülen normalleşme süreçleri ve İran karşıtlığı üzerinden geliştirilen yeni ittifaklar, Filistin’in bölgesel düzeyde ikincil bir konuya indirgenmesiyle sonuçlanmıştır.
ABD-İsrail stratejik ortaklığı, Orta Doğu’nun siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını köklü biçimde dönüştürmeyi hedefleyen aktif ve planlı bir yeniden inşa sürecini temsil etmektedir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile İsrail arasında Soğuk Savaş sonrasında derinleşen stratejik ortaklık, yalnızca askeri işbirliğine dayalı geleneksel bir müttefiklik ilişkisinden ibaret olmayıp çok katmanlı ve uzun vadeli bir jeopolitik mühendislik projesi niteliği taşımaktadır. Bu ilişkinin temelinde; ortak tehdit algıları, bölgesel güç dengelerine müdahale stratejileri, enerji güvenliği politikaları, ekonomik kalkınma koridorları ve uluslararası norm üretimi yer almaktadır. ABD, küresel hegemonya arayışında farklı coğrafyalarda kontrollü istikrarsızlık yaratmayı stratejik bir araç olarak benimserken; İsrail, bu stratejinin Orta Doğu ayağında hem ileri karakol hem de bölgeyi yeniden biçimlendirme süreçlerinde kilit rol oynayan bir “istikrar mühendisi” olarak konumlandırılmıştır.

Bu çerçevede 2000’li yılların başında gündeme getirilen Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), siyasal rejimlerin yeniden yapılandırılmasını ve bölgesel ekonomik entegrasyonu hedefleyen bir kurumsal zemin olarak ABD-İsrail stratejik işbirliğinin ilk yapısal dayanaklarından biri hâline gelmiştir. Proje kapsamında öngörülen dönüşümler hem İsrail’in güvenlik perspektifiyle hem de ABD’nin enerji ve jeopolitik hedefleriyle doğrudan örtüşmektedir. Bu stratejik hat, son yıllarda Davut Koridoru (India-Middle East-Europe Economic Corridor–IMEC) girişimiyle yeni bir boyut kazanmış ve İsrail’in bölgesel bir lojistik, enerji ve ticaret merkezi olarak yeniden konumlandırılması hedeflenmiştir. Böylece İsrail, yalnızca güvenlik eksenli bir aktör değil, aynı zamanda ekonomik kalkınma koridorlarının merkezi bileşenlerinden biri hâline gelmiş ve Orta Doğu’nun ticari ve stratejik haritası, ABD-İsrail ortak çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır.

ABD’nin küresel düzeyde üstlendiği “düzen kurucu güç” rolü, Orta Doğu bağlamında sıklıkla rejim değişiklikleri, iç savaşların teşvik edilmesi ve etnik ya da mezhepsel fay hatlarının derinleştirilmesi biçiminde tezahür etmektedir. Bu stratejinin temel amacı yalnızca bölgesel istikrarı sağlamak değil, aynı zamanda uluslararası sistemdeki güç dengelerini yeniden yapılandırmaktır. İsrail ise bu sürecin merkezinde, çevresindeki devletlerin zayıflatılmasını, parçalanmasını veya Batı eksenli siyasal sistemlere entegre edilmesini öngören bir güvenlik vizyonu geliştirmiştir. İran’ın “Şii ekseni” üzerinden yürüttüğü bölgesel nüfuz hem ABD hem de İsrail açısından öncelikli tehdit olarak değerlendirilmekte ve bu etkinin sınırlandırılması ise İsrail’in uzun vadeli güvenliği açısından stratejik bir zorunluluk olarak görülmektedir.

Bu doğrultuda Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen gibi ülkelerde yaşanan vekâlet savaşları yalnızca yerel dinamiklerin sonucu olarak değil, aynı zamanda ABD-İsrail stratejik eşgüdümünün yansımaları olarak ele alınmalıdır. ABD’nin “demokrasi”, “insan hakları” ve “terörle mücadele” gibi evrensel değerler üzerinden meşrulaştırdığı askeri müdahaleler, esasen bölgesel yapıları kendi çıkarları doğrultusunda yeniden inşa etmeye yönelik jeopolitik araçlardır. Bu bağlamda İsrail’in güvenlik merkezli stratejileri ile ABD’nin değer temelli müdahale politikaları arasında sistematik bir uyum bulunmaktadır. Nitekim Almanya Başbakanı Friedrich Merz’in G7 Zirvesi’nde dile getirdiği “İsrail, İran’da hepimiz adına kirli işleri yapıyor” ifadesi, özellikle Batılı aktörlerin İsrail’i bölgesel çatışmalarda örtülü operasyonlar yürüten bir vekil güç olarak konumlandırdığını açık biçimde ortaya koymaktadır.

Öte yandan ABD-İsrail stratejik ortaklığının bir diğer belirleyici boyutu enerji jeopolitiğidir. Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervleri üzerine şekillenen bu işbirliği, ABD’nin bölgedeki enerji kaynaklarına yönelik ilgisi ile İsrail’in enerji merkezi olma yönündeki stratejileri arasında doğrudan bir kesişim noktası oluşturmaktadır. Leviathan ve Tamar gibi sahalardan çıkarılan doğal gazın uluslararası pazarlara entegre edilmesi süreci, ABD ve AB destekli Yunanistan-Güney Kıbrıs-İsrail enerji ekseni aracılığıyla hayata geçirilmektedir. Bu enerji işbirliği sadece Türkiye’yi bölgesel enerji denkleminden dışlamakla kalmayıp aynı zamanda üç temel stratejik amacı da bünyesinde barındırmaktadır: Türkiye’nin enerji merkezi olma kapasitesini zayıflatmak, Kıbrıs Sorunu’ndaki mevcut statükoyu muhafaza etmek ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) güney kanadındaki güç dengelerini yeniden yapılandırmak.

Bu bağlamda EastMed Boru Hattı Projesi, söz konusu jeopolitik mühendisliğin en somut yansımalarından biri olarak değerlendirilmektedir. Zira bu proje, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi ve askeri sonuçlar doğuran çok boyutlu bir stratejik araçtır. Burada ABD enerji hatlarını bölgesel bağlılık ilişkileri kurmak ve stratejik dengeyi yeniden tesis etmek için kullanmakta, İsrail ise bu süreçte teknik kapasitesi, diplomatik etkisi ve askeri caydırıcılığı ile enerji güvenliğinin merkezinde yer almaktadır. Türkiye’nin bu projelerden sistematik olarak dışlanması, NATO içi denge mücadelesi, deniz yetki alanları üzerindeki anlaşmazlıklar ve genel olarak Doğu Akdeniz’deki jeopolitik rekabet açısından da kritik sonuçlar doğurmaktadır. Bu gelişmeler karşısında Türkiye’nin “Mavi Vatan” doktrini çerçevesinde attığı adımlar ve Libya’yla imzaladığı deniz yetki alanları anlaşması, bölgede yeni bir stratejik rekabet alanının doğmasına yol açmıştır. Doğu Akdeniz’deki bu mücadele, yalnızca enerji paylaşımı değil, aynı zamanda bölgesel liderlik mücadelesinin de bir göstergesi hâline gelmiştir.

Stratejik ortaklığın bir diğer boyutu ise uluslararası kamuoyunun yönlendirilmesi ve meşruiyet algısının inşasıdır. “Batı değerleri”, “özgürlük”, “demokrasi” ve “terörle mücadele” gibi söylemler, İsrail’in Orta Doğu’daki uygulamalarına uluslararası düzeyde destek sağlamak amacıyla araçsallaştırılmakta, ABD ise bu söylemleri, küresel normatif hegemonya kurma stratejisinin bir parçası olarak değerlendirmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in askeri müdahaleleri ve güvenlik politikaları uluslararası kamuoyunda zımni biçimde meşrulaştırılmakta, bölgedeki dönüşüm süreçleri ise toplumsal taleplerden ziyade jeopolitik hedefler doğrultusunda biçimlenmektedir. Medya mühendisliği, bilgi savaşı ve psikolojik harp gibi yöntemler, bu algı yönetiminin başlıca araçları arasında yer almakta; özellikle Filistin meselesinin küresel gündemden düşürülmesi, bu stratejinin en önemli hedeflerinden biri hâline gelmektedir. Arap ülkeleriyle yürütülen normalleşme süreçleri ve İran karşıtlığı üzerinden geliştirilen yeni ittifaklar, Filistin’in bölgesel düzeyde ikincil bir konuya indirgenmesiyle sonuçlanmıştır.

Tüm bu dinamikler göz önünde bulundurulduğunda, ABD ile İsrail arasında inşa edilen stratejik ortaklık, yalnızca mevcut bölgesel statükonun korunmasına yönelik pasif bir ittifaktan ibaret değildir. Aksine Orta Doğu’nun siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını köklü biçimde dönüştürmeyi hedefleyen aktif ve planlı bir yeniden inşa sürecini temsil etmektedir. Bu ortaklığın temel yönelimi, klasik güç dengesi anlayışını aşarak bölgede yeni bir düzenin kurumsallaştırılması ve uzun vadeli çıkarların kalıcı hâle getirilmesidir. Bu bağlamda Orta Doğu’daki ulus-devlet yapılarına karşı geliştirilen stratejiler, bölgesel istikrarı değil; aksine, siyasal ve toplumsal parçalanmayı tetikleyen süreçleri hızlandırmayı amaçlamaktadır.

Ulus-devletlerin zayıflatılması, sadece rejimlerin yıkılması ya da merkezî otoritelerin çökertilmesiyle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda etnik, mezhepsel ve dini kimlikler üzerinden derin fay hatları yaratılarak toplumların uzun vadeli çatışma dinamiklerine mahkûm edilmesiyle tamamlanmaktadır. Irak ve Suriye’deki devlet dışı silahlı aktörlerin güç kazanması, Lübnan’da mezhepsel temelli siyasal yapının daha da kırılgan hâle gelmesi ve Yemen’de devam eden iç savaş, bu stratejinin sahadaki yansımaları olarak okunabilir. ABD bu süreci, normatif söylemler (demokrasi, insan hakları, terörle mücadele gibi) aracılığıyla meşrulaştırırken; İsrail ise bu yapısal çözülmelerin hem güvenlik hem de diplomatik faydalarını azami düzeyde kullanabilecek bir pozisyona yerleştirilmiştir.

Yeni statüko inşa sürecinin merkezinde, yalnızca askerî üstünlük değil; aynı zamanda enerji kaynakları, ticaret koridorları ve bilgi akışı üzerindeki kontrol gibi jeo-ekonomik unsurlar da yer almaktadır. Doğu Akdeniz’den Hint Okyanusu’na kadar uzanan geniş bir kuşakta oluşturulmak istenen yeni düzen, enerji tedarik zincirlerini yeniden tanımlarken, müttefiklik ilişkilerini de dönüşüme uğratmaktadır. Bu çerçevede İsrail’in sadece güvenliğin değil, aynı zamanda ekonomik kalkınmanın ve stratejik lojistiğin de merkez aktörlerinden biri hâline getirilmesi hedeflenmiştir.

Ayrıca bu yeni düzen, klasik ittifak mimarisini revize eden, çok katmanlı ve esnek bir yapı öngörmektedir. Arap ülkeleriyle geliştirilen normalleşme süreçleri, Abraham Anlaşmaları, Hint-Orta Doğu-Avrupa Ekonomik Koridoru (IMEC) ve EastMed gibi projeler, bu çok boyutlu ittifak stratejisinin sadece diplomatik değil aynı zamanda enerji, ticaret ve teknoloji alanlarını da kapsayan genişleyici karakterini ortaya koymaktadır. Bu girişimlerin ortak noktası, İsrail’i bölgesel ve küresel sistemin vazgeçilmez bir bileşeni hâline getirmek, aynı zamanda Filistin meselesi gibi tarihsel sorunları arka plana iterek yeni bir öncelikler hiyerarşisi yaratmaktır.

Sonuç olarak ABD-İsrail işbirliği, yalnızca geçici çıkar ortaklıklarına dayalı klasik bir müttefiklik ilişkisi değil, aksine küresel ölçekte sistemli biçimde yürütülen, normatif çerçevelerle desteklenen ve jeopolitik mühendislik ilkeleriyle yapılandırılmış uzun erimli bir stratejik dönüşüm projesidir. Bu proje; askeri müdahaleler, enerji eksenli yatırımlar, medya gücü, diplomatik temaslar ve uluslararası norm üretimi aracılığıyla çok boyutlu olarak işletilmekte hem bölgesel hem de küresel güç mimarisinde kalıcı bir yer edinmeyi amaçlamaktadır. Orta Doğu’daki yeni düzenin mimarları olan ABD ve İsrail, böylece yalnızca mevcut düzenin muhafızları değil, aynı zamanda geleceğin statükosunun da kurucuları olma iddiasını taşımaktadır.

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
1980 Aksaray doğumlu Prof. Dr. Murat Ercan, 1998-2004 yılları arasında Viyana Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünden lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamlayarak mezun oldu. 2004 yılında aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalında doktora eğitimine kabul edilen Ercan, 2006 yılında doktora eğitimini tamamlayarak 2008 yılında Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi’nde Yardımcı Doçent Doktor olarak göreve başlamıştır. 2014 yılında Uluslararası İlişkiler-Avrupa Birliği alanından Doçent ve 2019 yılında Profesörlük unvanı alan Ercan, aynı yıl Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümüne geçiş yapmıştır. 2008 yılından itibaren Prof. Dr. Ercan, bölüm başkanlığı, Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdür Yardımcılığı ve Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü gibi görevlerde bulunmuştur. 2008 yılından itibaren Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesinde uzmanlık alanıyla ilgili lisans, yüksek lisans ve doktora seviyesinde dersler vermiştir. Ercan’ın verdiği dersler şu şeklide sıralanabilir: Avrupa Birliği, Türkiye-AB İlişkileri, Türk Dış Politikası, Uluslararası İlişkiler, Uluslararası Örgütler, Uluslararası Güncel Sorunlar, Devletler Hukuku, Küresel Siyaset ve Güvenlik ve Türkiye ve Türk Dünyası İlişkileri, Akademik kariyeri boyunca Uluslararası İlişkiler alanında Avrupa Birliği, Avrupa Birliği ve Türkiye ile İlişkileri, Türk Dış Politikası ve Bölgesel Politikalar alanında çok sayıda makale, kitap ve proje çalışması gerçekleştiren Prof. Ercan, ulusal ve uluslararası kongre ve seminerler düzenlemiş ve bu organizasyonlarda düzenleme kurulu başkanlığını yürütmüştür. Hâlihazırda Anadolu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta olan Prof. Dr. Murat Ercan, evli ve iki çocuk babasıdır.

Benzer İçerikler