Burkina Faso idaresinin 2018 yılında askıya aldığı idam müessesesini 4 Aralık 2025 tarihi itibarıyla yeniden ceza kanunu kapsamına alması,[i] basit bir hukuki tasarruf gibi dursa da meselenin özü devletin beka endişesinin kanun maddelerine yansımasından ibarettir. Batıda beklendiği üzere insan haklarında irtifa kaybı parantezine alınan bu hamle, Sahel kuşağının halihazırdaki güvenlik mimarisi ve siyasal durumu ekseninde bakıldığında çok daha derinlikli bir makas değişimini göstermektedir.
Vagadugu yönetimi, bu yasal düzenlemeyle sadece bir infaz yöntemini geri getirmekle kalmayıp devlet otoritesini, varoluşsal tehditler karşısında istisna halini kalıcılaştıracak raddede tahkim ederek yeniden tanımlama yoluna gitmektedir. Modern ulus-devletler, mevcudiyetlerinin bıçak sırtında olduğu buhranlı zamanlarda hukuku liberal bir “özgürlükler manzumesi” olmaktan çıkarıp bekayı önceleyen bir zırha dönüştürme refleksi gösterirler. Burkina Faso’nun attığı bu adım, tam manasıyla bu tarihsel devlet aklının güncel bir tezahürüdür diyebiliriz.
Son on yıllık periyotta El Kaide ve IŞİD iltisaklı yapılarca adeta kuşatma altına alınan Burkina Faso, salt coğrafi bir çevrelenmenin ötesinde siyasal merkeziliğini yitirme tehlikesiyle yüzleşmektedir. Ülkenin kuzey ve doğu hatlarında beliren otorite boşlukları, merkezi idareyi fiili olarak Vagadugu ve hinterlandına hapseden parçalı bir güvenlik haritası ortaya çıkarmıştır. Mevcut tabloda, klasik ceza hukuku enstrümanlarının caydırıcılık vasfının önemli şekilde aşındığı aşikardır. Uzun vadeye yayılı hapis cezaları, terör örgütü elebaşları ve devlet mekanizmasına sızmış aktörler nezdinde takas, firar yahut baskınla aşılabilecek geçici bir dinlenme evresi muamelesi görmektedir. Traoré yönetimi, idam cezasını sahaya sürerek bu geçicilik algısını yerle bir etmeyi ve bilhassa yüksek vatana ihanet, casusluk ve terör suçlarında kesinlik prensibini yeniden tesis etmeyi hedeflemektedir. Böylelikle sahada icra edilen asimetrik harbin mahkeme salonlarında nihai ve geri dönüşsüz bir akıbetle neticeleneceği mesajı muhataplarına iletilmektedir.
Siyaset bilimi ve egemenlik kuramı çerçevesinden bakıldığında, bir siyasi otoritenin hangi cürmün hangi bedelle ödeneceğini tayin edebilmesi, şiddet kullanma tekeli kadar istisna haline hükmetme kudretiyle de bağlantılıdır. Burkina Faso’nun 2018 yılında idam cezasını kaldırması, o dönemki iktidarın Batı dünyasıyla uyumlu yürüme isteğinin bir bakıma AB standartlarına “biz de varız” deme gayretinin bir sonucuydu. Ancak Sahel’in tozlu ve kanlı sahasında geçen yedi yıl, bu Batı menşeli reçetelerin derde derman olmadığı gerçeğini acı bir şekilde yüzlere çarpmıştır.
Cihatçı grupların estirdiği terör rüzgarı şiddetlendikçe ve devletin hakimiyet alanı her geçen gün biraz daha daraldıkça, Brüksel’den veya Paris’ten bakılarak yazılan evrensel kuralların, Afrika’nın sert yerel gerçekleriyle taban tabana zıt olduğu anlaşılmıştır. Kağıt üzerindeki idealler ile sahadaki can pazarı arasındaki uçurum, artık görmezden gelinemeyecek kadar büyümüştür. Bugün Traoré’nin attığı imza, bu mesafeyi artık tolere etme niyetinden uzaklaşan bir devletin, Batı merkezli normatif çerçeveden zihinsel ve hukuki kopuşunu simgelemektedir. Burkina Faso, Brüksel yahut Paris’ten onay bekleme devrini geride bırakarak kendi coğrafyasının zorlu sosyolojisine uygun yerli bir güvenlik doktrini geliştirme yolunu seçmiştir.
Yasal düzenlemenin bilhassa casusluk ve vatana ihanet suçlarını merkeze alması, meselenin özünü ortaya koymaktadır. Hedefin, salt sahada çatışan militanlardan ibaret kalmadığı; devletin bekasına tehdit oluşturan çok daha geniş bir yapıyı kapsamına aldığı anlaşılmaktadır. Devletin bürokratik, askeri ve siyasi hiyerarşisi içinde içeriden çöküşe sebebiyet verebilecek yabancı iltisaklı unsurların mevcudiyeti Sahel Devletleri İttifakı (AES) ülkeleri adına en hayati tehdit başlıklarından biridir.
Mali, Nijer ve Burkina Faso’nun kader birliği yaptığı askeri yönetimler, dış güçlerin istihbarat ağları üzerinden rejim içi çatlaklar yaratabileceği gerçeğini uzun süredir yakından izlemektedir. Bu hassas denklemde idam cezası, potansiyel işbirlikçilerin tepesinde daimi bir tehdit unsuru olarak bekletilmektedir. Amaç, sadakat ile yabancı angajman arasında gri bir alan bırakmamak ve safları mutlak surette sıklaştırmaktır. Hukuki tonun bu derece sertleşmesi, devlet otoritesini tek elde toplama gayretinin bir ürünüdür. Öte yandan bu hamle, bürokrasi ve ordu içinde korkuya dayalı olsa bile kesin sonuç veren bir disiplin mekanizması kurma çabası olarak okunabilir.
Kararın toplumdaki yansıması ise Batı başkentlerindeki tartışmalardan tamamen farklı bir düzlemde seyretmektedir. Yıllardır evleri yakılan, yerinden edilen ve terörün yıkıcı yüzüyle her gün karşılaşan kitleler için idam, bir barbarlık göstergesi sayılmamaktadır. Aksine derin acılar çeken bu insanlar nezdinde söz konusu karar, gecikmiş bir adaletin nihayet tecelli etmesi şeklinde yorumlanmaktadır. Güvenlik şemsiyesinden mahrum kitlelerin devletten beklentisi, soyut özgürlüklerden öte somut muhafaza ve kudrettir. Hapsedilen terör faillerinin devlet imkanlarıyla iaşesinin sağlanması fikri, bu toplum kesimlerinde ciddi bir infiale yol açmaktadır. Bu noktada infaz ise bu öfkenin nihai tatmini ve intikam hissinin kurumsal kanallara kanalize edilmesi olarak okunabilir. İbrahim Traoré, askeri kökeninden gelen pratik zekayla, bu toplumsal ruh halini rejimin meşruiyetini perçinleyen bir manivela olarak kullanmaktadır. Arkasına halk desteğini alan bir lider, uluslararası tepkileri tolere edilebilir bir yük olarak görmektedir. Bahse konu karar, sadece yukarıdan inme bir baskı aracı olmanın ötesinde toplumun adalet ve intikam arzusuna cevap veren siyasi bir hamledir.
Lakin madalyonun diğer yüzünde, tarihsel tecrübeler bu keskin tedbirlerin tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini hatırlatmaktadır. İdam kararı, terör örgütleri adına kullanışlı bir mağduriyet malzemesine dönüşebilir. Devletin yüzünü sertleştirmesi, ne yazık ki radikal söylemlerin besleneceği uygun bir zemin yaratabilir. Şehadet retoriği üzerinden infaz edilen şahıslar birer sembole dönüştürülerek yeni militan devşirme süreçlerinde kullanılabilir. Bu da kısa vadede caydırıcılığı artırsa dahi uzun vadede radikalleşme sarmalını büyütebilir. Yargı mekanizmasının henüz kurumsallaşamadığı, güçler ayrılığının silikleştiği bu tür fetret devirlerinde, geri dönüşü olmayan bir cezanın siyasi hesaplaşmaların sopası haline gelme ihtimali meselenin en can yakıcı tarafıdır.
Vatana ihanet gibi sınırları iktidarın kalemince çizilen esnek kavramlar üzerinden muhalefetin kriminalize edilmesi, toplumun genlerine işleyen bir suskunluk sarmalı yaratabilir. İnsanlar devlete güvendikleri için itaat etmezler, aksine başlarına gelebileceklerden korktukları için boyun eğerler ki bu, meşruiyet zeminini zamanla çürütür. Devlet ile vatandaşı birbirine bağlayan o görünmez sözleşme, yerini çıplak gücün gölgesinde şekillenen bir mecburiyet ilişkisine bırakır. Devlet, Batı fonları ile egemenlik refleksi arasında bir yol ayrımına geldiğinde, tercihini tereddütsüz biçimde egemenlikten yana kullanmıştır.
Yaşanan süreç, Sahel’de şekillenen yeni bölgesel jeopolitik mimarinin bir halkasıdır. Mali, Nijer ve Burkina Faso’nun vücuda getirdiği AES çatısı altında; liberal demokrasi, çok partili siyasal rekabet ve insan hakları odaklı hukuk anlayışı güvenlik üretmeyen lüksler kategorisinde değerlendirilmektedir. Bu blok, Afrika’nın bu türbülanslı kuşağında Batılı manada demokratikleşme reçetelerinin istikrarsızlık ürettiğini savunan, “güvenlik önce gelir” perspektifini normatif bir eksene dönüştüren bir hatta ilerlemektedir. Burkina Faso’nun idam kararı, bu hattın en çarpıcı pratiklerinden biridir. Traoré idaresi, devleti bir “savaş makinesi” olarak yeniden kurgularken hukuku da bu makinenin en keskin dişlisi haline getirmektedir. Bu modelde bireysel hak ve hürriyetler, kolektif bekanın teminat altına alınması namına askıya alınabilir ve kısıtlanabilir değişkenler olarak kodlanmaktadır.
Sonuç olarak, idam cezasının Burkina Faso’da geri gelişi, dürtüsel bir öfkenin yahut ilkel bir intikam hissinin sığ sonucu olarak okunmaktan uzaktır. Karar, parçalanma riskiyle yüzleşen bir ulus-devletin, elindeki tüm enstrümanları seferber ederek mevcudiyetini sürdürme iradesinin hukuk sahasına yansımış halidir. Hukuk, bu bağlamda soyut bir adalet idealinin tarafsız dağıtıcısı olmaktan çıkarak somut bir devlet silahına dönüşmüştür. Bu silahın hedefi on ikiden vurup vurmayacağı, geri tepip tepmeyeceği, terörle mücadeleyi tahkim edip etmeyeceği şimdiden kestirilmesi güç hususlardır. Ancak net olan şudur ki, Vagadugu’nun uluslararası prestiji pahasına içerideki otoritesini çelikleştirme yönünde bilinçli bir irade beyanında bulunduğudur.
Tarih, devletlerin kuruluş, çözülme ve yeniden inşa evrelerinde hukukun kılıcının bilendiği dönemlerle doludur. Burkina Faso, tarihinin belki de en kritik yol ayrımında o kılıcı kınından çekmeyi tercih etmiştir. Bu hamlenin yaratacağı sarsıntı, ülke sınırlarını aşan bölgesel bir yankı bulacaktır. Karar; Sahel’in siyasi geleceğini, bölgesel ittifakların rotasını ve Afrika genelinde egemenlik kavramının nasıl yorumlanacağını derinden şekillendirecek bir potansiyel taşımaktadır.
[i] “Au Burkina Faso, la junte va rétablir la peine de mort”, Le Monde, 4 Aralık 2025, https://www.lemonde.fr/international/article/2025/12/04/au-burkina-faso-la-junte-va-retablir-la-peine-de-mort_6656031_3210.html, (Erişim Tarihi: 05.12.2025).
