Küresel jeopolitik rekabetin yörüngesi, fiziksel sınırların ötesine geçerek yörüngesel bir derinlik kazanırken, Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Uzay Ajansı (ESA) için “stratejik özerklik” kavramı artık bir tercihten ziyade varoluşsal bir zorunluluk haline gelmiştir. Avrupa, uzayı uzun yıllar boyunca bilimsel keşif ve sivil işbirliğinin “saf” bir alanı olarak görme eğilimindeydi. Ancak günümüzde bu romantik yaklaşım, yerini uzayın egemenlik, ekonomik bağımsızlık ve teknolojik üstünlüğün temel bir unsuru olarak yeniden tanımlandığı sert bir paradigma değişimine bırakmıştır.
Bu dönüşüm sürecindeki en büyük engel, “patika bağımlılığı” olarak adlandırılan ve geçmişteki kurumsal kararların bugünkü hareket alanını kısıtladığı katı yapısal çerçevedir. On yıllar boyunca kamu odaklı, yavaş ilerleyen ve araştırma merkezli kurgulanan Avrupa uzay mimarisi, günümüzün dinamik ve ticari odaklı “Yeni Uzay” ekonomisiyle yapısal bir çatışma içerisindedir. Geçmişin hiyerarşik yapıları ve hantal planlama döngüleri, Avrupa’nın stratejik özerklik hedeflerini teorik bir söylem düzeyinde güçlü kılsa da operasyonel gerçeklik bu hırsın önünde aşılması güç bir bariyer teşkil etmektedir. Bu durum, sahadaki teknolojik kapasite ile siyasi retorik arasında derin bir tezat oluşturarak Avrupa’nın küresel sahnedeki özgür hareket kabiliyetini risk altına sokmaktadır.
Avrupa’nın uzay stratejisindeki en somut kırılma noktası, fırlatma kapasitesinde yaşanan kronik darboğazlarda kendini göstermektedir. Ariane 6 ve Vega projeleri gibi geleneksel amiral gemisi programlar, Avrupa’nın egemen fırlatma yeteneğini koruma çabasının merkezinde yer alsa da yaşanan gecikmeler sektörü tehlikeli bir bağımlılık döngüsüne itmiştir. Rusya’yla olan operasyonel kopuş, Avrupa’nın fırlatıcı ailesindeki boşlukları daha görünür kılmış ve kıtayı SpaceX gibi ABD menşeli aktörlerin yıkıcı etkisine maruz bırakmıştır.
SpaceX’in “hizmet olarak fırlatma” modelini ana akım haline getirmesi, Avrupa’nın geleneksel iş modellerini büyük ölçüde geçersiz kılmıştır. Avrupa henüz yörünge içi servisler gibi yeni pazarlarda D-Orbit ve ClearSpace gibi değerli girişimlerin ötesinde geniş ölçekli bir varlık gösterememiştir. Bu teknolojik krizin aşılmasında, otomasyon ve eklemeli imalatın vaatlerinin yanı sıra, zanaatkârların rolü kritiktir. İlk prototiplerin ve hassas bileşenlerin üretiminde insan mahareti hâlâ vazgeçilmezdir. Aerospacelab CEO’su Benoît Deper’in vurguladığı “Megafactory” vizyonu ve dikey entegrasyon stratejisi, Avrupa’nın bu yapısal darboğazları aşması için gereken endüstriyel hızı simgelemektedir. Ancak bu dönüşüm, salt mühendislik başarısının ötesinde hız, sermaye ve yetenek üçlemesinin eşgüdümünü gerektirmektedir.
Avrupa uzay sektöründeki finansal ekosistem, yenilikçi girişimlerin ölçeklenmesi noktasında ciddi yapısal engellerle karşı karşıyadır. Avrupa’daki yatırımcıların genel riskten kaçınan tutumu, uzay teknolojileri gibi yüksek sermaye gerektiren alanlarda finansal bir kırılganlık yaratmaktadır. Yatırımcılar, geri dönüş süreleri uzun olan bu alanı, tarihsel veri ve kıyaslama eksikliği nedeniyle biyotıp sektöründen bile daha muhafazakâr bir gözle değerlendirmektedir.
2021 yılındaki 2,5 milyar dolarlık yatırım zirvesinin ardından gelen durağanlık endişe verici olsa da 2023 yılının Avrupa upstream uzay teknolojileri için işlem hacmi bazında en aktif yıl olması uzun vadeli bir güvene işaret etmektedir.[i] ESA Business Incubation Centres (ESA BIC) ağının 2024 verileri; 321 milyon Euro’yu aşan gelir ve 6.300’den fazla tam zamanlı iş gücüyle bu ekosistemin ekonomik potansiyelini kanıtlamaktadır.[ii] Isar Aerospace gibi ölçeklenen girişimlerin başarısı, özel sermayenin kurumsal talebe olan bağımlılığını azaltmak adına hayati önemdedir. Bu noktada Avrupa Yatırım Bankası ve NATO İnovasyon Fonu, çift kullanım teknolojilerini bir yatırım geçidi olarak konumlandırarak savunma ve sivil pazarlar arasındaki sınırları esnetmekte ve yeni sermaye akışları yaratmaktadır.
Avrupa’nın uzaydaki yönetsel mimarisi; AB kurumları, ESA ve üye devletlerin ulusal çıkarları arasında sıkışmış parçalı bir yönetişim sergilemektedir. Özellikle endüstriyel verimlilikten ziyade ulusal sanayi paylarını korumayı amaçlayan coğrafi geri dönüş ilkesi, karar alma süreçlerini yavaşlatan ve inovasyon döngülerini felç eden bir mekanizmaya dönüşmüştür. ESA’nın bir emir veren idareden ekosistemi destekleyen bir kolaylaştırıcıya evrilme çabaları, küresel pazardaki hız ihtiyacıyla çelişen hantal bürokratik yapılar tarafından engellenmektedir.
Bu yönetimsel felç, sadece yapısal bir sorun değil, aynı zamanda bir yetenek krizidir. “Space for Business” gibi yönetici eğitimi girişimleri, mühendislik odaklı sektörün kâr-zarar hesabı yapabilen ve pazarı okuyabilen liderlere duyduğu ihtiyacı karşılamaya çalışmaktadır. Hızlı ihale süreçleri ve esnek kontrat yönetiminin eksikliği, Avrupa’nın “Space Team Europe” vizyonunu operasyonel bir başarıya dönüştürmesini zorlaştırmaktadır. Ulusal ajansların kendi gündemlerini koruma refleksi, kolektif bir güç oluşturma hırsıyla çatışırken, siyasi söylem ile sahadaki kabiliyetler arasındaki uçurum derinleşmektedir.
Avrupa’nın siyasi retorik ile teknik gerçeklik arasındaki mesafesi, kabiliyet-beklenti boşluğu kavramını tam anlamıyla somutlaştırmaktadır. Kritik teknolojilerde, özellikle PNT (konumlandırma, seyrüsefer ve zamanlama) altyapısı ve güvenli iletişim gibi egemenlik unsurlarında yaşanan dışa bağımlılık, Avrupa’yı ABD ve Çin’in teknoloji politikalarına karşı hassas hale getirmektedir. Phi-Lab Hollanda gibi merkezlerin odaklandığı kritik PNT altyapısı, Avrupa’nın stratejik yalnızlık riskinden kurtulması için gereken teknik derinliğin merkezindedir.
Çift kullanım stratejilerinin savunma boyutunda yeterince hızlı entegre edilememesi, modern jeopolitik arenada hareket alanını daraltmaktadır. ABD menşeli özel aktörlerin devlet benzeri bir ölçekte hareket edebildiği bir dünyada, Avrupa’nın parçalı yapısı stratejik bir dezavantaja dönüşmektedir. Kendi fırlatma sistemlerini ve kritik veri ağlarını tam kapasiteyle yönetemeyen bir Avrupa, küresel standartların belirlendiği masada sadece bir teknoloji kullanıcısı olarak kalma riskiyle karşı karşıyadır.
Avrupa’nın bir uzay gücü olarak kalabilmesi için tüm bu boyutlarda radikal bir paradigma değişimi zorunludur. Geleneksel uzay sektörünün sınırlarını aşarak; biyoteknoloji, enerji ve malzeme bilimi gibi disiplinlerin uzay ekosistemine entegre edilmesi bir tercih değil, operasyonel bir gerekliliktir. “Space Team Europe” vizyonunun, diplomatik bir söylemden öteye geçerek ortak bir operasyonel mekanizmaya, daha esnek finansman modellerine ve hız odaklı bir karar alma yapısına bürünmesi gerekmektedir.
Avrupa’nın zengin zanaatkârlık mirası ile yüksek teknolojili seri üretim hatlarını birleştiren çevik bir endüstriyel mimari, stratejik özerkliğin yegâne anahtarıdır. Sonuç olarak Avrupa’nın önündeki seçenekler daralmaktadır. Ya yapısal bağımlılıklarını cesur reformlarla kırarak küresel uzay yarışının temposunu belirleyen bir lider haline gelecek ya da teknolojik ve finansal statükoya teslim olarak bu yeni jeopolitik çağda stratejik bir yalnızlığa mahkûm olacaktır. Uzay artık gökyüzünde bir keşif sahası değil, yeryüzündeki egemenliğin ve ekonomik refahın mutlak belirleyicisidir.
[i] “ESA ScaleUp Book”, European Space Agency (ESA), https://commercialisation.esa.int/wp-content/uploads/2025/11/ESA-ScaleUp-Book-Nov2025.pdf, (Erişim Tarihi: 22.11.2025).
[ii] Aynı yer.
