Afrika Kıtası, 21. yüzyılın jeopolitik kurgusunda uzun süredir eksik temsil edilen ama giderek merkezi hâle gelen bir aktör olarak dikkat çekmektedir. Bu dönüşüm, sadece demografik büyüklük ya da doğal kaynak rezervlerinden değil, aynı zamanda Afrika’nın küresel ekonomik, siyasi ve normatif eksenleri dönüştürme potansiyelinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, 9-11 Temmuz 2025 tarihlerinde Washington’da düzenlenen yeni nesil ABD-Afrika Zirvesi, klasik yardım paradigmasından çıkıp daha ticaret odaklı bir modele yönelme arzusunu simgelemektedir. Zirveye Gabon, Senegal, Moritanya, Liberya ve Gine-Bissau gibi hem kaynak zengini hem de Batı ile tarihsel bağları güçlü ülkelerin davet edilmiş olması, bu yeni dönemin sembolik olduğu kadar stratejik bir yeniden pozisyonlanmaya da işaret ettiğini göstermektedir. Ancak sorulması gereken esas soru şudur: Bu zirve, gerçekten Afrika’nın kalkınmasına katkı sağlayacak bir ortaklık mı vadetmektedir, yoksa Washington’ın küresel güç rekabetinde Çin’e karşı Afrika cephesini tahkim etme çabası mıdır?
Zirvenin gündeminde yer alan temel başlıklar arasında ticaret anlaşmalarının genişletilmesi, Afrika Kıtası Serbest Ticaret Alanı (AfCFTA) ile entegrasyon, enerji yatırımları, dijital altyapı işbirliği ve güvenlik ortaklıkları öne çıkmaktadır. Özellikle ABD’nin Gine Körfezi, Batı Afrika sahili ve Sahel kuşağına olan stratejik ilgisinin artmış olması, bu zirvenin sadece ekonomik değil, aynı zamanda askeri ve güvenlik boyutlarıyla da ele alınması gerektiğini göstermektedir. ABD’nin, Çin’in Afrika’daki etkisini dengelemeye çalıştığı bu dönemde, Afrika ülkelerine sunduğu ticari teklifler yalnızca ikili çıkarlar üzerinden değil, aynı zamanda normatif değerler, yönetişim ilkeleri ve demokrasinin teşviki gibi söylemlerle de çerçevelenmektedir. Ancak sahada bu söylemlerin karşılığını görmek zorlaşmaktadır. Çünkü Afrika’da giderek daha fazla ülke, Batılı modelin getirdiği beklentiler ile Çin’in koşulsuz kredileri arasında pragmatik bir tercih yapmak zorunda kalmaktadır.
Afrika ülkelerinin ABD’yle ticaret ilişkileri, tarihsel olarak Afrika Büyüme ve Fırsat Yasası (AGOA) gibi tek taraflı erişim programları üzerinden şekillenmişti. Bu programlar, Afrika ürünlerine gümrüksüz erişim imkânı sağlarken, ABD’nin normatif değerlerine uyumu bir ön koşul olarak dayatmakta, bu da çoğu ülke açısından yapısal bir bariyer oluşturmaktaydı. 2025 yılında bu yaklaşımın değişmeye başladığı görülmektedir. Zira yeni zirvede AGOA yerine karşılıklı yükümlülüklere dayalı, daha yatay bir ortaklık modelinin ön plana çıkarılacağı belirtilmektedir. Bununla birlikte bu yeni ticaret modeli önerisinin ne ölçüde Afrika’nın üretim kapasitesini güçlendireceği, ne kadar yerel katma değer yaratacağı ve kıtadaki sanayileşme süreçlerine katkı sunacağı henüz net değildir. Aksi hâlde ABD ile ticaretin artması sadece birincil ürün ihracatına dayalı bir modelin kalıcılaşmasına, Afrika’nın hâlihazırdaki küresel sistem içindeki kırılgan pozisyonunun pekişmesine neden olabilir.
Zirvenin önemli başlıklarından biri de enerji işbirliğidir. ABD’nin özellikle Senegal ve Moritanya gibi ülkelerdeki doğal gaz projelerine ilgisi, sadece ticari kazançlar üzerinden değil, aynı zamanda Avrupa’nın enerji arz güvenliğinin çeşitlendirilmesi çerçevesinde değerlendirilmektedir. Bu da Afrika ülkelerini bir kez daha “jeopolitik tampon” işlevi gören enerji tedarikçileri konumuna indirgeyebilir. Oysa gerçek kalkınma, Afrika’nın kendi halkını besleyen, kendi enerji ihtiyacını karşılayan ve bölgesel entegrasyonu güçlendiren bir enerji stratejisi geliştirmesinden geçmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde ABD’nin yatırım stratejileri ile Afrika’nın kalkınma öncelikleri arasında henüz tam bir örtüşme bulunmamaktadır. Afrika’nın sadece dış talepleri karşılayan bir enerji havzası olarak değil, aynı zamanda enerji dönüşümünün merkezinde duran bir kıta olarak konumlanması için yatırımların üretim zincirlerini, istihdamı ve teknolojik transferi de içermesi şarttır.
Zirvede öne çıkan bir diğer unsur dijital altyapı işbirliğidir. ABD, Afrika’da Çin’in “Dijital İpek Yolu” girişimine karşılık olarak “Open Digital Partnership” adlı yeni bir çerçeve önermektedir. Bu öneri, Afrika’da dijitalleşmeyi desteklemek, veri güvenliğini artırmak ve siber altyapıları Batı standartlarına entegre etmek amacıyla tasarlanmıştır. Ancak burada da önemli bir çelişki söz konusudur: Çin’in Afrika’daki dijital projeleri hızlı, uygun fiyatlı ve kolay kredi erişimi sağlarken; ABD’nin sunduğu modeller daha çok regülasyon odaklı, yüksek maliyetli ve bürokratik aşamalara bağlıdır. Bu durum, çoğu Afrika hükümetinin kısa vadeli ihtiyaçlarını karşılamada Çin’i tercih etmesine neden olmaktadır. Ayrıca Afrika’da dijitalleşmenin önündeki temel engel sadece teknoloji eksikliği değil; aynı zamanda altyapı yetersizliği, enerjiye erişim sorunları ve eğitim düzeyindeki eşitsizliklerdir. Dolayısıyla dijital kalkınma için önerilen modeller, yalnızca dijital ağlar kurmakla kalmamalı; aynı zamanda insan kaynağının kapasitesini güçlendirmeli, içerik üretimini yerelleştirmeli ve vergi altyapısı gibi kurumsal bileşenleri de dikkate almalıdır.
Güvenlik işbirliği ise zirvenin en hassas başlıklarından biridir. ABD’nin Sahel bölgesinde terörle mücadele kapsamında yürüttüğü operasyonlar, 2020’li yıllarda hem etkililik hem de meşruiyet açısından sorgulanmaya başlanmıştı. Burkina Faso, Mali ve Nijer gibi ülkelerde Batı karşıtı söylemler güçlenmiş, Rusya’yla askeri işbirlikleri artmış, Fransa gibi geleneksel müttefikler bölgeden çekilmek zorunda kalmıştır. ABD, bu boşluğu doldurma yönünde bazı girişimlerde bulunsa da yerel halklar nezdinde bu hamleler sıklıkla “yeni bir dış kontrol biçimi” olarak algılanmaktadır. Bu nedenle güvenlik işbirliklerinin sahada karşılık bulabilmesi için sadece askeri destek değil, aynı zamanda yerel barış inisiyatiflerinin, sınır ötesi güvenlik reformlarının ve toplumsal yeniden bütünleşme politikalarının da desteklenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde zirvede alınan güvenlik kararları da diğer uluslararası belgeler gibi raflarda kalmaya mahkûm olacaktır.
Zirvenin en büyük açmazı, Afrika’nın bu sürece nasıl katıldığı sorusuyla ilgilidir. Davet edilen ülkeler arasında otoriter eğilimler gösteren yönetimlerin bulunması, Washington’ın demokrasi vurgusuyla çelişen bir durum yaratmaktadır. Ayrıca Afrika ülkelerinin bu zirvede müzakere gücü ne ölçüde yüksektir, hangi konularda önceliklerini dayatabilmektedir, bu da tartışmalıdır. Çünkü ABD, halen çoğu Afrikalı lideri “yardıma ihtiyaç duyan müttefikler” olarak görmekte, eşit düzeyli stratejik partnerlik yerine hiyerarşik bir ilişki biçimini dayatmaktadır. Bu durum, Afrika’nın uluslararası sistemdeki rolünü yalnızca bir tüketici, tedarikçi ya da tampon bölgeye indirgemektedir. Oysa kıtanın ihtiyaç duyduğu şey, kendi gündemini belirleyebilen, stratejik özerkliğini koruyabilen ve kalkınma süreçlerini dış etkilere göre değil, kendi önceliklerine göre tasarlayabilen bir partnerlik anlayışıdır. Aksi halde bu tür zirveler, yalnızca imaj tazeleme, diplomatik vitrin süsü ya da geçici angajman alanları olarak kalacaktır.
Geleceğe dönük olarak değerlendirildiğinde, ABD-Afrika ilişkilerinde üç kritik kırılma eşiğinden bahsedilebilir. Birincisi, Afrika’nın kendi içinde bölgesel entegrasyonu derinleştirmesi ve iç pazarlarını birbirine bağlamasıdır. AfCFTA’nın gerçek anlamda işler hâle gelmesi, dış ortaklıkların yönünü belirleyen en önemli etkenlerden biri olacaktır. İkincisi, Afrika’nın yeşil dönüşüm sürecine aktif katılımıdır. Eğer Afrika, iklim finansmanı ve çevre yatırımları alanında yeterince kaynak bulamazsa, kalkınmasını fosil yakıt temelli sürdürmek zorunda kalabilir ve bu da yeni bağımlılık ilişkileri yaratır. Üçüncüsü ise dijital bağımsızlık meselesidir. Afrika, dijitalleşme sürecinde yalnızca teknoloji ithal eden değil, aynı zamanda kendi veri altyapısını kuran ve içerik üreten bir kıta hâline gelmezse, 21. yüzyılın dijital kolonizasyonuna açık hale gelecektir. ABD’nin bu üç başlıkta Afrika’yı nasıl bir ortak olarak göreceği, ilişkilerin yönünü tayin edecektir.
Sonuç olarak ABD-Afrika Zirvesi yalnızca bir diplomatik takvim unsuru değildir; aynı zamanda çok kutuplu dünyanın nasıl şekilleneceği, Afrika’nın bu yeni düzende hangi pozisyonda yer alacağı ve ABD’nin kendi küresel vizyonunu yeniden nasıl tarif edeceği açısından da kritik bir eşiktir. Eğer Washington, Afrika’yla gerçek anlamda eşitlikçi, sürdürülebilir ve karşılıklı faydaya dayalı bir ortaklık kurmak istiyorsa; sadece zirve salonlarında değil, sahada, yerelde, gündelik yaşamda da bu vizyonu inşa etmelidir. Afrika’nın kalkınması, sadece Batı için stratejik bir gereklilik değil, aynı zamanda insani bir sorumluluktur.