Tarih:

Paylaş:

ABD-AB İlişkileri: Nasıl Bir Gelecek?

Benzer İçerikler

Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, göreve geldiği günden beri alışılmışın dışında bir politika uygulamış ve bunun sonucunda uluslararası kamuoyu çeşitli krizlere tanıklık etmiştir. Ancak bu krizlerin en dikkat çekici olanı, Trump’ın Avrupa Birliği’ni (AB) hedef almaya başlamasıyla yaşanmıştır. Bu bağlamda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM), son günlerde belirgin bir şekilde gözlemlenen AB-ABD krizinde nasıl bir gelecek öngörüldüğünü tartışmaya açmakta ve alanının önde gelen uzman ve akademisyenlerinin konuyla ilgili görüşlerini dikkatlerinize sunmaktadır.

Celal KAZDAĞLI (Gazeteci-Yazar)

Trump geldikten sonra ABD, AB’yle ciddi bir rekabete girmiştir. Bu nedenle Washington, AB’yi ticari anlamda hasım olarak görmekte ve AB karşısında avantaj elde etmek istemektedir. Bu yüzden Trump, bazı ürünlerde uygulanan gümrük vergilerini arttırmış ve AB’nin karışmasını amaçlamıştır. Ayrıca ABD, Almanya ile Fransa’nın dayanışmasını zayıflatmak ve bu iki ülke karşısında sonradan üye olan ülkeleri hareketlendirerek isyan ettirmek istemektedir. Dolayısıyla Amerika, AB’nin bütünlüğünü bozmayı hedefleyen bir çaba içerisindedir.

Bilindiği üzere İngiltere, üyelikten çıkma sürecini yaşamakta ve ABD, bunu da değerlendirerek İngiltere’yle örgütün arasını açacak adımlar atmaktadır. Bu nedenle Trump, NATO’daki toplantıda AB ülkelerinin NATO harcamalarını arttırmalarını istemiş ve AB’yi savunmasız bırakmaya yönelik mesajlar vermiştir. Washington’un bu tutumu benimsemesinin başlıca nedeni, kendisinin karşısında başka bir gücün varlığını istemiyor olmasıdır.

Bu kapsamda ABD, hem İran-Almanya ticari ilişkilerini hedef almış hem de AB’yi Rusya’ya karşı kışkırtarak ve yaptırımlara devam ederek Rusya’yı köşeye sıkıştırmaya çalışmıştır. Ancak Trump, Putin’le de görüşmüş ve bu sefer de AB’yi köşeye sıkıştırmaya yönelmiştir. ABD-AB gerilimini gözler önüne seren olay da Trump’ın bu tutumudur. Nitekim Trump’ın Almanya’yı enerji konusunda eleştirmesi, tüm dünya basınının başlıca gündemi olmuştur.

AB’yi ve Çin’i düşman olarak gören Trump’ın attığı bu adımlara karşı AB, Trump’a beklemediği bir cevap vermiş ve Japonya’yla bir anlaşma imzalamasının yanı sıra, Çin’le de ekonomik ilişkileri geliştirme kararı almıştır.  Dolayısıyla örgüt, ABD’yle yaşanan gerilimle birlikte, sistemsel bir arayış içine girmiştir. Bu nedenle AB Dışişleri ve Ortak Güvenlik Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin Çin ve Japonya ziyaretleri oldukça önemlidir.

Söz konusu arayış nedeniyle AB; Rusya, İslam ülkeleri, Körfez ülkeleri ve Türkiye’yle yakınlaşmak isteyebilir. Ancak Trump, böyle bir gelişmeyi engelleyebilmek adına, Avrupa ülkelerindeki muhalefet partileriyle işbirliği yaparak onları da kışkırtmak isteyecektir. Yani AB’nin bir açılım gerçekleştirmeye çalışması halinde, ABD bunu bertaraf edecek bir başka adımı devreye sokmayı ve birliği etkisiz hale getirmeyi hedeflemektedir. Buna rağmen AB’nin Çin, Rusya, Kuzey Afrika ve İslam ülkeleriyle olan ticari ilişkilerini arttırmaya çalışacağını öngörmek mümkündür. Bu nedenle önümüzdeki dönemde yepyeni açılımlar ve ilişkiler de gündeme gelebilir.

AB’nin akıbeti konusuysa henüz belirsizdir. Birliği dağıtmak ve bir arada tutmak isteyen farklı güçler olmasına rağmen; mevcut yapının kısa sürede dağılmayacağı söylenebilir. AB açısından asıl önemli olan Fransa ve Almanya’nın dayanışmasıdır. İki ülke lokomotif güç olduğu müddetçe, diğer küçük ülkelerin isyanları, birliğin geleceğini etkilemeyecek ve bu nedenle Trump’ın hesapları tutmayacaktır.

Prof. Dr. Mustafa Nail ALKAN (ANKASAM AB Danışmanı)

ABD, birilerinden uzaklaşırken başka birilerine yakınlaşmaktadır. Şu anda da Rusya’ya yakınlaşıp AB’den uzaklaşan Washington, bu konuda Almanya’yı suçlamaktadır. Trump, AB ülkelerini yeteri kadar işlere dahil olmamaları ve savunma harcaması yapmamaları nedeniyle eleştiriyor olmasına rağmen; kendisi de Rusya’yla yakın bir ilişki yürütmekte ve Batı ülkelerinin “düşmanlarıyla” iyi ilişkiler geliştirmektedir. Görüldüğü kadarıyla, Washington şu günlerde Moskova’yla iyi ilişkiler kurmak istemektedir.  Bu nedenle Helsinki Zirvesi’nden sonra AB bir karar vermiş ve “ABD’nin nasıl “America First”; yani “Önce Amerika” sloganı varsa, biz de daha sıkı işbirliğine girmeli ve daha sıkı çalışmalıyız.” demiştir. Bu doğrultuda Helsinki Zirvesi, “Europe First” denilebilecek bir görüşün benimsendiğini göstermiştir. Bir anlamda Trump’ın küçümseyen siyaseti karşısında AB, “Biz de büyük bir gücüz.” deme kararı almıştır. Bundan dolayı AB’nin Amerika karşısındaki politikasının değişeceği öngörülebilir. Önümüzdeki süreçte örgüt, güvenlik ve savunma konularına daha fazla önem vererek kendi güvenliği için para harcayabilir ve kenetlenmeyi başarması halinde, ABD’ye kafa tutacak adımlar atabilir.

AB’nin miladını doldurduğu yönündeki tartışmalara değinmek gerekirse, ilerleyen süreçte örgütün bölüneceği ya da küçüleceği hususunda kesin bir hüküm vermek doğru olmayacaktır. Bu konuda Brexit’in geleceğini görmek gerekmektedir. Çünkü önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek olan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birçok Avrupa karşıtı partinin oy verdiğini göreceğiz. Ancak bu durum, diğer ülkelerde de Brexit süreçlerinin yaşanacağı ve birliğin dağılacağı anlamına gelmez. Aksine yaşanan gelişmeler sonrasında birlik, daha fazla kenetlenemeye çalışacaktır. Bu bağlamda ABD’nin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda AB’yi güçsüzleştiremeye çalıştığı ifade edilebilir.

AB-Rusya ilişkilerine bakıldığındaysa, enerji anlamında önemli ortaklıklar bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle Rusya-ABD ilişkileri ne kadar kötüleşirse, Rusya-AB ilişkileri o ölçüde iyileşecektir. Her ne kadar Putin-Trump görüşmesi, Rusya-ABD ilişkileri açısından olumlu bir hava yaratmışsa da bu havanın uzun süre devam etmesi mümkün değildir.

Prof. Dr. İbrahim CANBOLAT (Uludağ Üniversitesi-Uluslararası İlişkiler)

Şu anda AB ve ABD arasında yaşanan hadiseler, uluslararası siyaset teamüllerine uymayan gelişmelerdir. Özellikle ABD Başkanı Trump’ın tutum ve davranışları, geleneksel diplomasi ve siyaset kurallarından fazlasıyla uzaktır. Örneğin Trump’ın “AB düşmandır.” açıklamasında bulunması, normal bir analiz olarak değerlendirilemez. Zaten Trump’ın tutumuna, sadece AB’nin değil; ABD’nin içinden de çeşitli tepkiler gelmiştir. ABD Başkanı, özellikle Helsinki Zirvesi’ndeki duruşundan sonra, çok sert eleştirilerle maruz kalmıştır. Dolayısıyla böyle bir durumda, AB-ABD ilişkisinin geleceği hakkında iddialı yorumlarda bulunmak yanıltıcı olabilir.

Tüm bunlara rağmen AB’yi değerlendirdiğimizde, Avrupa tarihinde bugüne kadar ulaşılmış özgürlük, güvenlik ve refah itibariyle en başarılı sistemi görmekteyiz. Avrupa bu durumu malların, fikirlerin, sermayenin, emeğin ve hizmetlerin serbest dolaşımı yoluyla sağlamıştır. Müktesebatlarında özgürlük, güvenlik ve adalet alanı olarak tanımlanan bu model, her şeye rağmen başarılı bir modeldir ve Avrupa, bugün geldiği birikimin gerisine gitmeyecektir. Bu nedenle AB, uluslararası bir aktör olarak ilişkilerini her geçen gün genişletmekte ve artan etkinliği de ABD’yi rahatsız etmektedir.

Güncel olaylara baktığımızda Trump, AB ülkelerinin NATO bütçesine yeteri kadar ödenek ayırmadığını söylemiş ve onları sert bir biçimde eleştirmiştir. Ancak bu söylemler ABD geçekliğinin doğasına uygun olmayan fevri ifadelerdir. Çünkü Trump’ın Avrupa ülkelerine yönelik bu eleştirileri, AB’nin Rusya’yla ilişkiler geliştirmesini hedef alıyor olmasına rağmen;  kendisi de Putin’le görüşmüş ve bizzat kendi partisi tarafından eleştirilecek bir tavır ortaya koymuştur. Diğer taraftan AB-Rusya yakınlaşması, güncel olaylara dayanarak gerçekleşmemektedir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra AB, uzun vadeli dış politika anlayışı oluşturmaya yönelik iki boyutlu bir strateji geliştirmiştir. Bunlardan ilki, yakın çevresinde bulunan Doğu Avrupa ve Balkanlarla ilişkilerini geliştirmek ve bu ülkeleri hukuk devleti ve serbest piyasa ekonomisi temelinde ıslah ederek sisteme dahil etmek fikrini esas almaktadır. AB, bu stratejisini başarıyla gerçekleştirmiştir. İkinci stratejideyse, AB’nin yeni komşular ilan ettiği görülmüştür. Bu komşuluk ilişkisi, Orta Asya’ya kadar gitmekte ve Rusya’nın da dahil olduğu ülkeleri kapsamaktadır. AB-Rusya ilişkileri de bu yeni komşuluk anlayışı çerçevesinde yürütülmektedir. Nitekim bu ilişkiler, konjonktürel ilişkiler olmayıp belli bir sitemde devam etmektedir ve devam da edecektir; ayrıca bu münasebetlerde, siyasi ilişkilerin ötesinde, enerji ve pazar boyutu da söz konusudur.

Dr. Öğr. Üyesi Nuri KORKMAZ (ANKASAM AB-Balkanlar Danışmanı)

Önümüzdeki süreçte Avrupa ile Rusya arasında bir yakınlaşma olabilir. ABD’nin Almanya’yı Rusya’yla olan ekonomik ilişkiler nedeniyle suçlamasından anlaşılan budur. Zira ambargolara rağmen Almanya’nın hala yakıt ve petrol için Rusya’ya para ödüyor olması, olayın boyutunu gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla bu kriz, Kırım’ın ilhakından sonra uygulanan ambargoların petrol ve doğalgaz alanlarında uygulanmadığını göstermiştir. Bu nedenle Trump’ın Almanya çıkışı, aynı zamanda diğer ülkelere de verilmiş bir mesaj niteliğindedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, Trump’ın Avrupa ülkelerini savunma harcamalarındaki durum nedeniyle uyarmış olmasıdır. Buna karşılık Avrupa, yıllarca ABD’yi Ortadoğu’da desteklemekten ve Amerikan politikalarının yansıması olarak mülteci akınlarıyla yüzleşmekten bıkmış durumdadır. Söz konusu bıkkınlık durumu; Almanya, İtalya ve Fransa da dillendirilse de henüz bir hükümet söylemi haline gelmemiştir. Avrupalı devletlerin bu hususu yüksek sesle dile getirememelerindeki asıl neden, böyle bir ifadeyle sadece Trump’ı değil, aynı zamanda ABD’nin Ortadoğu’daki tüm politikasını eleştirmiş olacaklarından dolayı dikkatli davranmak istemeleridir.

Sonuç olarak Trump, Avrupa’yı dağıtmaya ya da küçültmeye çalışmaktadır. Zira Trump, Brexit ne kadar çabuk gerçekleşirse, ABD’nin İngiltere’yle serbest ticaret anlaşması imzalamasının o kadar kolaylaşacağını düşünmektedir. Trump’ın bu çıkışı, yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu açıkça göstermişse de bu düzenin nasıl olacağı ve taraflarının kimler olacağı henüz belirsizdir. Ancak ABD’nin savunma harcamalarını kısması ve bölgesel faaliyetlerinin anlaşmalarla sona ermesi, dünya gücü olarak eskisi kadar etkin olamayacağı ihtimalini düşündürmektedir.

Ayrıca son dönemde, ABD’nin ülke sınırları içindeki birliği sağlaması da sorun olmaya başlamıştır. Yani Washington’un çıkardığı problemler, iç politikasını yansıtmaktadır. En önemlisi de ABD’yi ABD yapan birleştirici değerlerin Trump tarafından hiçe sayılıyor olmasıdır.

Doç. Dr. Başak YAVÇAN (TOBB ETÜ-Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler)

Aslında AB-ABD gerilimi birkaç aşamalıdır. Bu konu ilk olarak Trump’ın adaylık sürecinde gündeme gelmiş ve onun korumacı politikalardan yana olacağı hususundaki endişelerini açıklayanlar olmuştur. Dolayısıyla Trump’ın küresel ekonomiyi okuyuşunun ve dış politika yaklaşımının çeşitli endişelere sebep olduğu söylenebilir. Günümüzdeyse, AB-ABD tartışmasının daha çok NATO üzerinden şekillendiği görülmektedir. Avrupa ülkelerinin NATO harcamalarına değinen Trump, onların ellerini ceplerine daha fazla atması gerektiği belirtmiş ve buna cevaben de ülkeler, bahse konu olan isteği kendi parlamentolarından geçirmek istediklerini ifade etmiştir. Ancak sabırsız davranan Trump, Putin’le Helsinki’de görüştüğü toplantıda, AB’yi bir “düşman” olarak tanımlamıştır. Trump’ın AB’ye yönelik bu tavrı, AB’nin dışarıya ortak bir tarife uygulamasından; yani korumacı ticaret politikalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Trump açıktan tarifeleri yükseltme girişiminde bulunmuş; fakat uluslararası anlaşmalar nedeniyle elinden bir şey gelmemiştir. Trump’ın tüm bu tutumu neticesinde, ABD ile AB karşı karşıya gelmiştir. İşin ilginç yönüyse, tüm bu tartışmaların yaşandığı bir zamanda, AB ve Japonya arasında şimdiye kadar yapılan en kapsamlı serbest ticaret anlaşmasının imzalanmasıdır.  Elbette bu anlaşmanın zamanlaması tesadüf değildir. Zira söz konusu gelişmeler, AB’nin uluslararası serbest ticaret ortamını yeniden inşa etme çabalarıdır.

AB’nin geleceği açısından Trump, her zaman Brexit’i desteklemiş, “İngiltere birlikten ayrılsın ki AB, ABD’ye karşı güçlü olmasın.” demiştir. Brexit aracılığıyla AB’nin bölünmesi tartışılsa da örgüt, önemli bir entegrasyon örneğidir. Kuşkusuz AB’nin entegrasyon konusunda en başarılı olduğu alan, ticaret alanıdır. Bu nedenle AB dağılsa bile, ülkeler arasındaki ticaret devam edecektir. Ancak örgütün dağılması da çok mümkün gözükmemektedir. Bu yalnızca tüm Avrupa’da yükselen popülist partilerin şimdiki ABD gibi korumacı politikalar uygulamasıyla yaşanabilir. Ancak o zamana kadar bu seslerin susturulması daha olasıdır.

Son olarak Rusya-AB ilişkileri değerlendirildiğinde, birlik açısından Rusya’nın hiçbir zaman bir ABD olamayacağı açıktır. Nitekim AB, her zaman Rusya’ya temkinli yaklaşmaktadır. Bu durumda Rusya’nın demokratik bir ülke olmaması, ortak değerlerde birleşilememesi, Soğuk Savaş dönemindeki güven eksikliği ve AB politikalarındaki tutumu etkili olmaktadır. Üstelik örgütün Rusya’yla olan ilişkileri, ABD’yle olan ilişkilerinin oldukça gerisindedir. Bu bağlamda AB’nin statükocu bir politika izleyeceği tahmin edilebilir. Zira AB, Rusya’yı hiçbir zaman verdiği taahhüdü tutan ve barışçıl politikalar üreten bir partner olarak görmemiştir.

Prof. Dr. Yelda Hatice DEMİRAĞ (Başkent Üniversitesi-Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler)

Duruma sadece ABD-AB ilişkileri olarak bakmak eksik bir bakış açısı olacaktır. Daha geniş bir perspektif sunmak adına, bu gelişmelerin yaşanmasında ABD’nin diğer ülkelerle yaşadığı ekonomik rekabetin ya da ABD’nin Çin’e ilan ettiği ticaret savaşının etkili olduğunu söylemek gerekmektedir. Yani dünyada, ABD’nin öncülük ettiği bir ticaret savaşı yaşanmaktadır. Bu bağlamda önce Çin ve sonrasında da Kanada ve Meksika gümrük tarifelerini arttıracağı beyanında bulunmuştur. Dolayısıyla ABD, bu ticaret savaşında müttefiklerini yanında görememiş ve bu durum, Çin’in elini güçlendirmeye başlamıştır. Diğer yandan Trump, İngiltere Başbakanı Therasa May’e de AB’yle müzakere etmek yerine, örgütü dava etmesini önermiştir. Hatta Trump, May’in Brexit planının kabul edilmesi halinde, ABD’nin ticaret anlaşmasını bitireceğini söylemiş ve sonrasında da anlaşmayı devam ettirme fikrine geri dönerek İngiltere’nin birlikten ayrılması hususunda çelişkili açıklamalarda bulunmuştur.

Dolayısıyla bir taraftan ABD’nin önce Çin’e ithal edilen 34 milyar dolarlık ürüne %25 gümrük vergisi getirmesi ve diğer taraftan da bu rakamı 200 milyar dolarlık malın üzerine %10 gümrük vergisi olarak açıklaması, önümüzdeki sürece damga vuracak olan ticaret savaşlarını başlatmıştır.  AB’ye ek olarak Kanada ve Meksika gibi diğer ülkeler de Trump’ın bu gümrük vergisi kararına misilleme yapmaya çalışmaktadır. Bu savaşın nereye evirileceği tartışılabilir olsa da küreselleşen bir dünyada ticaret savaşlarının hiçbir ülkeye fayda sağlamayacağı ortadadır. Bu süreçte ABD, kısa vadede belki kâr elde edebilir; ancak uzun vadede mal ticaretinde bir daralma yaşanacaktır. Çünkü vergilerin artması, küresel yatırımları azaltacaktır. İşin bir diğer boyutuysa, ticari ilişkilerle başlayan bu restleşme ve rekabetin siyasi rekabete de dönüşecek olmasıdır.

AB’nin geleceği düşünüldüğünde, Brexit’in bir domino taşı etkisi yaratması muhtemeldir. Oysa AB’nin kuruluş perspektifini yansıtan Schuman Planı’na bakıldığında, AB’nin kuruluş amacının ekonomik entegrasyonun sağlanması ve savaşların en aza indirilmesi olduğu görülmektedir. Örgütün amacı, üye devletler arasındaki ekonomik birliği sağlamak ve bu yolla Avrupa’da barış ve istikrarı tesis edip savaşları önlemektir. Ancak günümüzde gelinen nokta, bu hedeflerden hızla uzaklaşıldığını göstermektedir. Nitekim 2016 yılında Fransa, Almanya ve Hollanda’da gerçekleşen seçimlerde popülist aşırı sağın yükselmesi de buna işaret etmektedir. Aşırı sağ, yalnızca Avrupa’da değil, tüm dünyada genel bir trend haline gelmektedir. Bunu Trump örneği de doğrulamaktadır. Aslında Trump, iktidara gelemeden önce popülist söylemler çerçevesinde ne yapacağını söylediyse, onları yapmaktadır.

Helsinki Zirvesi’nin sonuçlarına bakıldığında ise Rusya, giderek güçlenen bir ülke olarak görünmektedir. Bir anlamda Moskova’nın Suriye’deki pozisyonu hem masada hem de sahada etkili olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla Doğu’da ciddi bir yükseliş söz konusuyken, Batı’da da önemli bir irtifa kaybı yaşanmaktadır. ABD’nin Çin’le giriştiği rekabete ek olarak Batılı ülkelerle de arasının bozulması, Washington’u Rusya’yla iletişim kurmaya itmiştir.

Sonuçta Trump, NATO üyesi ülkelere “Elinizi taşın altına sokun.” sözleriyle yüklenirken, AB’ye de sert eleştirilerde bulunmuştur. ABD Başkanı’nın günden güne tırmandırdığı bu gerginlikler ve sergilediği tutarsız tavırlar, diğer ülkeleri ABD’ye karşı temkinli davranmaya iten ve Amerikan siyasetinde alışık olunmayan bir durumdur. Tüm bu gelişmeler doğrultusunda Trump, başlattığı ticaret savaşında müttefiklerinin itirazlarıyla karşılaşmış ve beklediği desteği göremedikçe hırçınlaşmıştır. Bu hırçınlaşma göstermektedir ki, Atlantik ittifakı çatırdamaktadır. İttifak içerisindeki görüş ayrılıkları, özellikle ekonomik konularda daha da derinleşecek ve tüm bunlar, Amerika’nın dünyadaki başat konumunu aşındıracaktır. Mevcut tablo Rusya’nın 2007 yılından beri verdiği “Ben de varım” mesajıyla birlikte okunduğunda, yükselen bir Doğu ile içerisinden farklı seslerin çıktığı güç kaybeden bir Atlantik ittifakının bulunduğu görülmektedir.