Çin-ABD Rekabeti ve Latin Amerika’da Yeniden Yükselen Sol

Paylaş

Latin Amerika, 1823 yılında ilan edilen Monroe Doktrini sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) arka bahçesi olarak görülmeye başlanmıştır. 1945 yılından sonra, özellikle de ABD ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan rekabet, Latin Amerika’da emarelerini gösterirken bölgedeki ABD karşıtlığı ve esen sol rüzgârın da etkisiyle, Küba’da Fidel Castro ve Che Guevara öncülüğünde bir devrim gerçekleşmiştir. Küba’da yaşadığı şoktan sonra ABD, bölge politikalarını sertleştirirken; merkez-çevre ilişkisi çerçevesinde belirlediği rolün dışına çıkmaya çalışan ülkelerde iktidarları, askeri darbelerle dizayn etmeye çalışmıştır. Örneğin Castro yönetimini devirmek için “Domuzlar Körfezi Çıkarması” gibi çeşitli hamlelerde bulunan Washington yönetimi, Marksist kimliğiyle bilinen Şili Devlet Başkanı Salvador Allende’ye Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) destekli bir darbe gerçekleştirmiştir. Darbe sonrasında diktatör Augusto Pinochet’nin yönetiminde Şili, neoliberal politikaların uygulandığı ilk Latin Amerika ülkesi olmuştur.

Soğuk Savaş sonrası dönemde komünizm tehdidinin bittiği düşünülürken; Venezuela’da iktidara gelen Hugo Chavez’le birlikte sol tekrar yükselişe geçmiştir. “Pembe Dalga” olarak adlandırılan ve 2013 yılında hız kaybeden sol yükseliş, 2015 yılından itibaren tekrar ivmelenmiştir.

Latin Amerika’da Pembe Dalga ve Yeni Alternatifler

1990 yılında Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle birlikte komünizm tehdidinin bittiği düşüncesi hâkim olmuş ve dünya siyasetinde görece özgür bir ortam oluşmuştur. Ancak 1999 yılında Venezuela’da Chavez’in iktidara gelmesi, daha önce de belirtildiği üzere yeni bir sol rüzgârın esmesine sebebiyet vermiştir. Chavez, özellikle kendisine karşı 2002 yılında düzenlenen darbe girişimi sonrasında, radikal bir biçimde ABD karşıtı politikalar izlemiş ve böylelikle hem Latin Amerika’daki hem de dünyanın çeşitli yerlerindeki sol grupları etkilemiştir. Neticede Chavez’in ardından 14 Latin Amerika ülkesinde daha sol liderler iktidara gelmiştir.

İktidara gelen liderlerin önemli bir kısmının merkez sol, halkçı ve sosyal demokrat çizgide olmalarıyla birlikte, ABD’nin yaşadığı endişe nedeniyle bu gelişme “Pembe Dalga” olarak tanımlanmıştır. Lakin 2013 sonrasında sol liderler ve partiler güç kaybetmeye ve iktidardan uzaklaşmaya başlamışlardır. Sol liderlerin iktidardan uzaklaşmalarının en önemli faktörlerinden biri ise ABD’yle yakın ilişkiler kurulması yönünde baskı yapan sağ blok olmuştur. Örneğin Brezilya’da İşçi Partisi’nden olan Dilma Rousseff, kongrenin tartışmalı bir kararıyla başkanlıktan uzaklaştırılmıştır. Yerine geçen Michel Temer ise Rousseff’in neoliberal politikalara karşı çıktığı için iktidardan uzaklaştırıldığını söylemiş ve neoliberal politikalar uygulamaya başlamıştır.

Latin Amerika’da sol partiler popülerleşirken; Asya’da ise yeniden güç kazanan Rusya ve ekonomik açıdan önemli gelişmeler yaşayan Çin öne çıkmıştır. ABD Eski Başkanı Barack Obama döneminde yayınlanan Ulusal Güvenlik Strateji belgelerinden de anlaşılacağı üzere Washington, Pekin’in küresel ticarette bir aktör olmasını ve işbirliği çalışmalarının gerçekleştirilmesini desteklemiştir. Bir diğer ifadeyle Obama yönetimi, Çin’i uluslararası işbirliğine çekerek ulusal hırslarından arındırabileceğini düşünmüştür. Tanınan bu imtiyazlar neticesinde Çin, Latin Amerika ülkeleriyle olan ilişkilerini güçlendirerek bölgede ABD’ye karşı alternatif olabilecek bir aktör kimliği kazanmıştır. Bu ise bir süre sonra ABD’nin etkisini kırmayı amaçlayan bir stratejiye dönüşmüştür.

Obama’nın Latin Amerika ülkeleriyle olan ilişkisine bakıldığında ise diğer başkanlara oranla daha dengeli bir yaklaşım sergilediğini söylemek mümkündür. Obama döneminde bölge devletlerinin siyasetlerine müdahale etmekten tamamıyla vazgeçilmemişse de bu dönemde ordu, Latin Amerika ülkeleri üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılmamıştır. Yine bu süreçte, Küba gibi tarihi düşmanlarla da ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde çeşitli adımlar atılmıştır. Hatta dönemin ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Monroe Doktrini’nin öldüğü açıklamasını bile yapmıştır. Ancak ABD’nin Latin Amerika ülkelerinin siyasetini şekillendirmekten tamamen vazgeçtiğini söylemek de mümkün değildir.

Engellenmeye Çalışılan Pembe Dalga ve ABD-Çin Rekabeti

Latin Amerika’da Pembe Dalga’nın engellenmeye çalışılması, Obama döneminde başlamıştır. Örneğin Brezilya’da İşçi Partisi’nden Dilma Rousseff, 2016 yılında Obama yönetimi iktidardayken tartışmalı bir şekilde Senato kararıyla görevden azledilmiştir. ABD Başkanı’nın Donald Trump olmasıyla birlikte söz konusu süreç ve ilişkiler daha da sertleşmiştir. Üstelik Trump, Çin’i de bir düşman olarak değerlendirmiştir. Bu değerlendirme, ABD’nin Latin Amerika’yla olan ilişkilerini de etkilemiştir. Zira Trump’ın Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton, Kerry’nin aksine Monroe Doktrini’nin hala yaşadığını dile getirmiştir.

Trump liderliğindeki ABD’nin Venezuela’ya uyguladığı yaptırımlar ve Karakas’a yönelik askeri müdahale tehdidi ise Latin Amerika’daki tarihi korkuları yeniden canlandırmıştır. Özellikle de Trump ve Bolton’un açıklamaları, bölgedeki ABD karşıtı duyguları harekete geçirmiştir.

Trump yönetiminin Latin Amerika’da hem sol liderlerin hem de Çin’in artan etkisini engellemek istemesi, Bolivya’da bir krize ve darbeye neden olmuştur. Aslında Bolivya’da yaşanan gelişmeler, ABD ile Çin arasındaki rekabetin bölgedeki aktörlere yansıması şeklinde okunabilir. Çünkü Evo Morales, Bolivya’yı 2006 yılından 2019 senesindeki darbeye kadar yönetmiştir. Üç kez başkan seçilmiş olan Morales’in yeniden başkan adayı olabilmesi amacıyla anayasanın değiştirilmesi hakkında 2016 yılında gerçekleştirdiği referandum milat olarak kabul edilebilir. Halk, küçük bir farkla değişikliğe karşı çıkarken; Anayasa Mahkemesi devreye girmiş ve Morales’in yeniden aday olabileceğini açıklamıştır. Seçim gecesi yaşananlar muhalefeti sokağa dökerken; Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) seçimlere hile karıştırıldığına dair bir rapor yayınlamıştır. Bunun üzerine ordu, Morales’in iktidardan çekilmesini istemiş ve böylece Morales, Bolivya’yı terk etmek zorunda kalmıştır.

Morales, ABD’nin istemediği bir isim olmakla birlikte sol ideolojiye sahiptir. Kendisi, ülkedeki çeşitli yeraltı kaynaklarını kamulaştırırken Çin şirketlerini tercih etmiştir. Örneğin dünyadaki lityum rezervlerinin %19’u; yani 9 milyon tonu Bolivya’dadır. Bu madeni değerlendirmek isteyen Morales, lityumu işlenmemiş halde satmak yerine, pile dönüştürerek satma kararı almıştır. Bu süreçte Morales, Tesla’ya dahi pil satan Alman şirketi olan ACI Systems Alemania’yla (ACISA) yapılmış anlaşmayı iptal etmiştir. Buradaki amaç hem madenlerin ülke içinde işlenmesiyle beraber sanayileşmeyi güçlendirmek hem de işlenmemiş ürünün satışından sonra aynı ürünü işlenmiş şekilde geri alacağını bildiği için boşa akacak sermaye aktarımının önüne geçmektir. Neticede Bolivya, Çin şirketleriyle lityumun pile dönüştürülmesi konusunda anlaşmıştır. Lakin Morales, bu gelişmelerden kısa bir süre sonra darbeyle devrilmiştir. Elon Musk ise sosyal medya üzerinden yaptığı paylaşımda, Bolivya’daki darbeyi kastederek dünyanın her yerinden darbe yapabileceklerini yazmıştır.

Darbe sonrasında ABD’yle yakın ilişkiler kurulmasını savunan isimler iktidara gelmiş ve neoliberal politikalar uygulanmıştır. Bu süreçte Çin ve Rusya’yla olan anlaşmalar iptal edilmiş ve ABD şirketlerinin ülkede aktif olmaya başladıkları görülmüştür. Lakin bu durum, sadece bir yıl sürmüş ve 2020 yılının Kasım ayında yapılan seçim sonrasında Morales’in desteklediği Sosyalizm Hareketi Partisi’nin (MAS) adayı olan Luis Arce seçimleri kazanmıştır. Böylece Arce, neoliberal politikalardan daha sol ve devletçi politikalara dönüş yapmıştır.

Latin Amerika’da ABD ile Çin arasında yaşanan rekabet sadece şirketler düzeyinde değildir. Çin, günümüzde Latin Amerika’da Konfüçyüs Enstitüleri gibi yumuşak güç unsurlarıyla da etkisini artırmaya çalışmaktadır. Ayrıca yaklaşık 150 yıl önce Latin Amerika’ya göç eden Çinliler de vardır. Bununla birlikte Çin, yatırım yaptığı bir ülkeye kendi ülkesinden işçiler göndermektedir. Pekin, saydığımız bu politikalarla bölgede tanınmayı, Latin Amerika’daki varlığını artırmayı ve daha kalıcı köprüler kurmayı amaçlamaktadır.[1]

Yeniden Yükselen Sol ve Çin

Bolivya’da yaşanan gelişmelerin yanı sıra diğer ülkelerde de tekrar sol rüzgarlarının güçlü bir şekilde estiğini söylemek mümkündür. Arjantin’de 2007 ile 2015 yılları arasında iki dönem başkanlık yapan Cristina Fernandez de Kirchner hakkında görevden ayrıldıktan sonra dolandırıcılık ve rüşvet iddiaları ortaya atılmış ve yolsuzlukla ilgili soruşturma açılmıştır. Lakin açılan soruşturmaya yönelik çeşitli soru işaretleri söz konusudur. Nitekim 2019 yılında yapılan seçimde, Kirchner’in desteklediği aday olan Alberto Fernandez’in galip gelmesinin akabinde kendisi de Fernandez’in yardımcısı olmuştur.

Brezilya’da ise Jair Bolsonaro yönetiminin popülist konuşmaları büyük hayal kırıklıkları yaratmış ve ülkedeki sol yükselişi hızlandırmıştır. Yolsuzluk iddialarıyla hapse atılan İşçi Partili Luiz Inacio Lula da Silva’nın 2019 yılının Kasım ayında serbest bırakılmasının arkasında da halkın güçlü desteği yatmaktadır. Bu da Brezilya’da da sol partilerin tekrar güçlendiğini göstermektedir. Covid-19 sürecinde başarısız bir yönetim sergileyen Bolsonaro’nun yerine bir sonraki seçimde sol partilerden bir ismin gelmesi muhtemeldir. Tüm bunların yanı sıra Latin Amerika’da solun tekrardan güçlenmesinin nedeni Trump faktörü üzerinden yorumlanabilir. Zira Trump’ın açıklamalarının tarihsel korkuları tetiklemesi, insanların sol partilere yönelmesine neden olmuştur.

Latin Amerika’da uzun zamandır ABD’nin kontrolü dışında çeşitli gelişmelerin yaşandığını söylemek mümkündür. Bunun başlıca aktörlerinden biri olan Çin, öncelikle bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Çin, 2005 ile 2019 yılları arasında Latin Amerika ülkelerine 137 milyar dolarlık kredi vermiştir.[2] 2015 yılında yaptığı bir açıklamada Çin Devlet Başkanı Şi Jinping, Latin Amerika’ya 2025 yılına kadar 250 milyar dolarlık bir yatırım yapılacağı sözünü verdiğini ve bölge ülkeleriyle yapılan ticaretin 500 milyar dolara çıkmasını beklediğini söylemiştir.[3] Halihazırda Çin, ABD’den sonra bölgenin en önemli ikinci ticaret ortağıdır. Kurulan ekonomik ve kültürel ilişkiler aracılığıyla Pekin; bölge ülkelerinin ABD’ye olan bağımlılığı azaltmak, Çin’e olan bağımlılığı arttırmak, bölgede etkili bir aktör olmak ve ülkelerin politikalarına nüfuz etmek istemektedir. Buna rağmen ABD’nin bölgedeki etkisinin kısa sürede yok olacağını söylemek de mümkün değildir.

Sonuç olarak ABD’nin Latin Amerika’daki nüfuzunun erozyona uğradığı söylenebilir. Venezuela’da Maduro yönetiminin varlığını sürdürmesi, Bolivya’da Morales’in desteklediği Arce’nin iktidara gelmesi, Arjantin’de ABD karşıtı olan Krichner’in ülkede en önemli ikinci isim konumuna ulaşması ve Brezilya’daki Bolsonaro yönetiminin kaybetme ihtimalinin ortaya çıkması buna işaret etmektedir. Dolayısıyla Latin Amerika ülkeleri, ABD’ye mahkûm değildir. Küreselleşen ekonomide Çin ve Rusya gibi alternatiflere de sahip oldukları söylenebilir. Çünkü küresel bir güç olmayı amaçlayan Çin, ABD’yle sadece Asya’da değil; Latin Amerika’da da rekabet etmeye çalışmaktadır. Çin’in Latin Amerika’da bulunması ve ABD’nin nüfuzunu kırması, bölge ülkeleri için olumlu bir gelişme olarak görülebilir. Çin’in bölgedeki varlığı, ABD karşıtı hareketlerin güç kazanmasına zemin hazırlarken; Pembe Dalga’nın daha da koyu bir renk almasını sağlayabilir. Washington’un sert politikalarının karşısında Pekin’in sunduğu fırsatların bölgedeki sol partileri daha da cesaretlendireceğini öngörmek mümkündür.


[1] Kubilayhan Erman, “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Latin Amerika’da Yükselişi: “Arka Bahçe”de İş Birliği ve Nüfuz Politikaları”, Doğu Asya Araştırmaları Dergisi, 2(2), 2019, s. 13-15.

[2] Kevin P. Gallagher-Margaret Myers, “China-Latin America Finance Database”, Washington: Inter-American Dialogue, https://www.thedialogue.org/map_list/, (Erişim Tarihi: 26.01.2021).

[3] Megha Rajagopalan, “China’s Xi Woos Latin America With $250 Billion Investments”, Reuters, https://www.reuters.com/article/us-china-latam/chinas-xi-woos-latin-america-with-250-billion-investments-idUSKBN0KH06Q20150108, (Erişim Tarihi: 26.01.2021).

Dr. Emrah KAYA
Dr. Emrah KAYA
ANKASAM Dış Politika Uzmanı Dr. Emrah Kaya, Akdeniz Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezundur. Yüksek lisans derecesini 2014 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde hazırladığı “Latin Amerika'da Sol Liderlerin Yükselişi ve Uluslararası Politikaya Etkisi: Venezuela-Bolivya Örneği” başlıklı teziyle almıştır. Kaya, doktora derecesini de 2022 yılında aynı üniversitede hazırladığı "Terörle Mücadelede Müzakere Yöntemi: ETA-FARC-LTTE-PKK" başlıklı teziyle elde etmiştir. İyi derecede İngilizce bilen Kaya'nın başlıca çalışma alanları; Orta Asya, Latin Amerika, terörizm ve barış süreçleridir.

Benzer İçerikler