Hanedan Doğuran Savaşlardan Avrupa’yı Kurtaran Ganimetlere… “Baş” Komutan Kim?

Paylaş

18. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu altında yaşayan Rumlar özellikle ticarette önemli kazanımlar elde ettiler. Osmanlı’nın deniz ticaretine yön verdiler. Avrupa’ya açılan yüzü oldular, ekonomik olarak da çok güçlendiler. Ortada belki bir ülkeleri yoktu, devlet değillerdi ama Osmanlı’ya “YÖN” tayin ettiler. Nüfuzlarını korudular, makamlar babadan oğula devredilir hale geldi. Rumların nüfus alanlarını Patrikhane üzerinden daha da genişlettiler. Zamanla Fener Patrikhanesi, olmadık işlere kalkıştı. Bu güç sarhoşluğu onları hataya zorladı. Oysa hiç gereği yoktu. Rum tarihçi Nikos Svoronos “Çağdaş Helen Tarihine Bakış” adlı kitabında bu gerçeği şu şekilde özetler:[1] “On sekizinci yüzyılın en karakteristik olayları Türk egemenliği altındaki Helen toplumunun daha yüksek bir aşamaya erişmesi ve politik alanda sağladığı olgunluk sonucunda başarılar elde etmesidir. Avrupa’nın sorunları üzerine olan bilgileriyle Babıâli’de önemli mevkiler almaya başladılar. Tuna ülkelerinde prenslik unvanı sağladılar. Bu ülkelerin yönetiminde söz sahibi oldular.”

Mahrem-i Esrar’dan İsyan Önderliğine

Bu söz sahibi ailelerden biri Mavrokordatos ailesidir. Dr. Aleksandros Mavrokordatos II. Mustafa ile III. Ahmet dönemlerinde Divan-ı Hümayun tercümanı olarak görev yapmış, devletin önemli sırlarına mazhar olduğu için kendisine “Mahrem-i Esrar” unvanı verilmiştir. Oğlu Nikolas Mavrokordatos Eflak ve Boğdan Beyi olmuştur. Uzun süre etkinliğini sürdüren ailenin en tanınmış fertlerinden biri de Dr. Mavrokordatos’un torunu Aleksandros Mavrokordatos’tur. Filiki Eteria (Arkadaşlar Cemiyeti) üyesi olan torun Mavrokordatos, Yunan İsyanı’nda en ön saflarda yer almış daha sonra Yunanistan’ın Başbakanı olmuştur. Osmanlı’ya “YÖN” veren Yunanlılar, ilkel milliyetçilik yüzünden Anadolu’da “milliyetlerini” kaybettiler.  Anadolu’daki varlıkları şimdilik sadece “Antik Yunan”dır. Amerikan İç Savaşı döneminde Amerika’ya Anadolu’dan çok sayıda Rum göç etti. Savaş döneminde ABD yasaları göçmen akışını sınırlarken, Rumlara kapı açık tutuldu. Bu önemli bir husus. Bugün Rumlar ABD’de sayıca az olsalar da yine de bir saygınlıkları vardır; ama “YÖN” tayin edicilikten oldukça uzaktırlar. Başkalarına kaptırdılar…

“Mesih’in Soyundan Gelen Hanedan”

Daha çok yurt dışından gelen öğrencileri ağırlayan Poitiers yıllar önce Avrupa’nın kaderine etki eden bir şehir olarak hala canlılığını koruyor. Poitiers (Puvatya) Muharebesi 732 yılında Araplarla Franklar arasından cereyan etti. Burada gerçekleşen muharebe Avrupa’nın geleceğini şekillendirdi. Frank Merovenj Hanedanı’nın zayıfladığı dönemlerdi, buna fetret dönemi de diyebiliriz. Saray Nazırları (Bakanları) yönetime el koymuştu, bir nevi Krallığa vekalet ediyorlardı. (Saray Nazırlığı daha sonra babadan oğula geçer hale geldi.) Merovenj Hanedanı’nın farklı bir özelliği vardır. Bu hanedanın Hz. İsa’nın takipçilerinden Magdalalı Meryem’in soyundan geldiği iddia edilir. Rivayete göre Magdalalı Meryem Hz. İsa’dan olan bebeğiyle Kudüs’ten kaçıp Fransa’ya gelmiş ve Merovenj Hanedanı’nın kuruluşuna öncülük etmiştir. (Bu iddia kitaplara ve filmlere hala konu olmaktadır.)

Avrupa’yı Kurtaran Ganimet

Endülüslü Arapların Avrupa’nın içlerine yürüdüğü yıllardı. Frank Krallığına Charles (Şarl) Martel vekalet ediyordu. İyi yetişmiş bir askerdi. Frankleri bir araya topladı, yaptığı akınlarla Bavyera’yı aldı, Saksonları yendi, topraklarını genişletti. Papa ile kurduğu iyi ilişki onu diğer Germen kavimlerinden üstün hale getirdi. Avrupa’nın farklı yerlerinden topladığı güçlerle Arapları yenilgiye uğrattı. Kimilerine göre Araplar ganimet yüzünden yenildi, kimilerine göre Arap ordusu yorgundu. Tüm bunlar etkendir ama başat etken olduklarını düşünmüyorum. Her şeyden önce Martel ve ordusu Arapları bozguna uğratmak için iyi motive olmuşlardı, kullandıkları silahlar daha yeni ve fonksiyoneldi, kilisenin de desteği arkalarındaydı. Bir de vatan savunması vardı işin içinde. Araplar Loire nehrini geçerken saldırıya geçen Martel onları Puvatya’ya çekilmeye zorladı. Martel’in ordusunda Avrupa’nın her yerinden gelen askerler vardı. Katolik Kilisesi’nin desteğiyle dinsel bir amaca yönelen bu girişim kıta bilincinin oluşmasına da katkı sunmuştu; “Katolik Avrupa”. Arap ordusunda Müslüman olan Vizigotlar ve Yahudiler de vardı.

Katolikliği Katolisizm Yapan Hanedan

Bu galibiyet beraberinde yeni bir hanedan doğurdu; Karolenjiyen Hanedanı. Martel’den sonra Oğlu “Kısa Pepin” iktidarı eline aldı. Papalık ile babasının kurduğu ilişkiyi geliştirdi. Akıllı politikalar sayesinde Hanedanı’nı kutsattı. Papa’nın verdiği onayla Frank tahtına oturacak kişinin Karolenjiyen Hanedanı’na mensup bir kişi olması kararlaştırıldı. Pepin, Papalığa bir “Krallık”, “Hükümet”, “Devlet” olma hakkı verdi. Pepin başarılı bir hükümdardı, kendisinden sonra tahta oğlu Charlemagne (Şarlman) oturdu.[2] Dedesi Martel’in Puvatya’daki zaferinden sonra o da Akitanya’yı alarak Arapların buradaki varlığına son verdi. Saksonları mağlup ederek onların Hıristiyanlığı kabulünü sağladı. Batı ve Doğu Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdı. Papa’nın isteği üzerine Lombardların üzerine yürüdü ve onları yendi. Doğudaki Avar saldırılarını püskürtüp bir kısmını Hristiyanlaştırdı. Bütün hizmetlerinin ardından Papa III. Leo tarafından taç giydirilerek imparator ilan edildi. Bu olay Kilise için de muazzam bir tarihsel dönemeçtir. Dedeleri Martel’den itibaren Karolenjiyenler adeta Papalıkla iç içe geçmiş bir haldedir. Hristiyanlığın Avrupa’daki yegâne hamisi konumunda olmuşlardır. Koyu bir Katolik olan Şarlman mirasını da Kilise’ye bırakmıştır. Ölürken bile İncil okuduğu söylenir. Papalığı Papalık, Katolikliği Katolik, Avrupa’yı Avrupa yapan Hanedandırlar.

Osmanlı Balkanları 40 Günde Kaybetti[3]

7. Dünya Savaşı’na girdiğinde Osmanlı’nın bir tane bile denizaltısı yoktu. Ordu uzun süredir tatbikat icra etmemişti. Ordu içinde yaşanan görüş ayrılıkları neticesinde 40 günlük bir sürede Balkanlar’a veda edildi. 18 Ekim 1912’de Bulgar II. Ordusu Edirne’yi kuşattı. 29 Ekim-2 Kasım tarihlerinde yapılan Lüleburgaz Muharebesi dört gün sürdü. Osmanlı kaybetti, Bulgar ordusu Çatalca’yı geçti. Yunan 7.Tümeni de 9 Kasım’da Selanik’e girdi. Böylelikle Manastır’ın Osmanlı ile bağlantısı tamamen kesildi. Etrafı Sırp, Yunan ve Karadağ kuvvetleriyle kuşatıldı. 19 Kasım 1912’de Sırplar Manastır’ı düşürdü, ardından Yunanlılar da Yanya’yı aldı. 26 Mart 1913’te Bulgarlar Edirne’yi işgal etti. Nisan ayında da İşkodro Osmanlı’nın elinden çıktı. 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra Antlaşması ile Girit de dahil olmak üzere İmroz ve Bozcaada dışında kalan tüm Ege adaları Yunanlılara verildi. Osmanlı Midye-Enez hattının doğusuna kadar çekilmek zorunda kaldı. Edirne ve Kırklareli Bulgarların oldu. Bulgar, Sırp ve Yunanlılar Osmanlı’dan aldıkları toprakları paylaşmada anlaşmazlık yaşadılar ve birbirleriyle savaşa tutuştular.

Erzincan Sovyeti ve Tarihsel İmaj

Osmanlı askeri, komuta edilmekten uzaktı. Yiyecek sıkıntısı yaşanan bir orduda başka şeyden bahsetmeye gerek var mı? Bulgarlar Osmanlı ordusunun geri çekilmesini hayretle karşıladılar. Ordu o kadar hızlı çekiliyordu ki Bulgarlar şaşkındı. Buna bir anlam yüklediler: “Türkler taktik yapıyor”. Çağ açıp çağ kapatan bir ordunun bu kadar hızla önlerinden çekilmesinin mutlaka bir anlamı olmalıydı. İnanmıyorlardı. Bulgarlar bu çekilmeye bir anlam yüklemek için kara kara düşünseler de bu çekilmenin anlamı açıktı. Ordu Bulgar karşısında tutunamıyordu. Bulgarların kalkıştığı taarruz “acabalar” nedeniyle yavaşlıyor, bu durum Türklere zaman kazandırıyordu. Türk ordusunun tarihsel imajı Bulgarların İstanbul’a kadar ilerlemesinin önüne geçmişti. Balkanlar’da durum böyleydi. Peki ya doğuda durum nasıldı. Osmanlı’nın Doğu Cephesi’ndeki mağlubiyeti Rusya’nın Anadolu’nun içlerine girmesine neden oldu. Merkezi otorite zayıflamıştı. Şaşkınlıkla beraber tedirginlik vardı. Ekim Devrimi’yle birlikte Ruslar işgal ettikleri yerlerden çekilme kararı aldılar. Fakat Çarlık döneminde kurulan Erzincan Şurası (Sovyeti) 4 yıl yaşadı. 1921 yılında yıkıldı. Ermeni, Kürt ve Türklerden kurulan bu Şura Dersim, Erzincan, Bayburt ve Sivas’ı da içine alan bir bölgeyi kapsadı. Türkleri temsilen Erzincan Müftüsü de Şura’ya katıldı. Osmanlı dizginleri ele alınca işler değişti.

Medeniyete Son Vermeden

Mısır’da Firavun, Mezopotamya ve Ön Asya Kralları büyük bir güce erişmişlerdi. Egemenlikleri altındaki yerlerin sadece “Kralları” değil aynı zamanda “Tanrısı”ydılar. Mutlak güç tek bir kişideydi, gelirler onda toplanıyor toplanan gelirleri de o dağıtıyordu. Merkeziyetçi bir yapı vardı. Sömürü almış başını gitmişti. Günümüzde hala güncelliğini koruyan Mumyalama geleneği de bütün bu yaşananların tanıklığı içinde. Mumyalama işleminin sebebi Tanrı-Kralı korumaktı. İşte bu sömürü çarkı bir isyan dalgasını başlattı. Bir devrimdi bu. Saraylar yağmalandı, heykeller parçalandı. İsyan öyle büyüktü ki merkezi otorite çöktü. Bu çöküş Mısır’ın sosyal gelişimine de ket vurdu. Sulama kanalları etkinliğini yitirdi, çünkü bu kanalları kullanma bilgisine sahip olan rahipler öldürülmüştü. Tarımda verimlilik azaldı. Madenler boş kaldı. İsyan haklı temeller üzerinde otursa da başkaldırı toplumsal gelişimi sekteye uğrattı. Mısır bölündü. Bu bölünmüşlük dağınıklığı da beraberinde getirdi, Mısır’da yeniden merkezi otorite güçlenince, Krallık yeniden adım atmaya başladı.

Kruşçev’in Stalin Düşmanlığı ve Sovyetler

Stalingrad Kuşatması’nın kahramanıydı. Stalin’in emriyle Kuşatmada Sovyet Kuvvetleri’ne komuta etti. Büyük başarı sağladı. Bu başarıdan dolayı takdir gördü. Stalin ile arasından su sızmazdı fakat Stalin ölünce olanlar oldu. Mareşal Georgi Jukov’un desteğiyle Sovyetlerin bir numaralı adamı oldu. Sonra, yüzüne karşı gülücükler dağıttığı Stalin’i karalamaktan geri durmadı, günah keçisi ilan etti. 21. Kongre’de basına kapalı yapılan konuşmada Stalin eleştirisi üzerinden geçmişle hesaplaşmaya girdi. Tito’dan özür diledi. Evet Kruşçev’den, Sovyetleri çökerten adam bahsediyorum. Kruşçev neden kendisine ilk iş olarak Stalin’i karalamayı seçmişti? Stalin ile girişilen hesaplaşma kime ne fayda getirecekti? Stalin Nazilere karşı kazanılan savaşın komutanıydı, Sovyetlerin kurtaranıydı, tutkalıydı. Kruşçev Stalin’i değil de Lenin’e savaş açsa Sovyetlere bu kadar zarar veremezdi, ama verdi Kruşçev’den sonra Sovyetler iflah olmadı. Kruşçev’in “Merkeze” nişan almasının sebebi çok sonraları ortaya çıktı. Asıl yıpratılmak istenen Sovyetlerdi, başarılı da oldu.

Kahraman mı Hain mi? Maraşel Pétain

Çiftçi bir ailenin oğlu olarak doğdu. 20 yaşında orduya katıldı. İlk eğitimini Saint-Cyr askeri akademisinde aldı. Sorgulayan hemen kabul etmeyen bir yapısı vardı. Bu yönü ona önce köstek oldu sonra ise Mareşalliği kazandırdı. Mareşal Henri Philippe Pétain hala Fransızlar için tartışılmaya devam ediyor. Kahraman mı yoksa bir hain mi? Birinci Dünya Savaşı’nın en kanlı muharebesi Verdun’de yaşandı. Almanlar topçu bataryalarıyla adeta ölüm kusuyordu.  Fransızlar ise yaşadıkları büyük kayıplara rağmen direnişi sürdürüyordu. Savaşmanın ötesinde iş artık inada binmişti. Fransızlar açısından durum hiç iç açıcı değildi. Ordunun moral ve motivasyonu dibe vurmuş, geriye doğru çekilmeler başlamıştı. Pétain 1916 yılında Alman ilerleyişini durdurmak için görevlendirildi. Pétain Verdun’a kadar ketum bir asker olarak ünlenmişti, adı çok fazla zikredilen bir subay değildi fakat Verdun’da her şey değişti.

De Gaulle Almanların Elinde

Pétain kısa sürede askerlerin motive etti, ikmal yollarını yeniden düzenleyerek askerin ihtiyaçlarına cevap verdi. Kurduğu savunma hattıyla Almanların yüklenişini esnetti, çekilmeyi durdurdu. Fransız ve İngilizler Somme’da yeni bir cephe açtılar, bu cephede ilk kez tank kullanıldı. Almanlar haliyle Verdun’daki kuvvetlerinin bir kısmını Somme’ye kaydırmak zorunda kaldı, Verdun’daki savaşın şiddeti hafifledi. Savaş’ın yakıcı şiddetine çok sayıda Fransız askeri de esir düştü. Esir düşenler arasında sonradan Fransız tarihine damga vuracak olan De Gaulle de vardı. 1916 yılında Almanlar tarafından esir alınan De Gaulle bütün kaçma girişimlerinde başarısız oldu. 1918 yılında imzalanan ateşkesle özgürlüğüne kavuştu. Verdun zaferi Pétain’i askerin gözünde de tartışmasız bir yere yükseltti. Artık O, Fransa’nın kaderini değiştiren komutandı.

Fransız Ordusunun Tarihinde Bir İlk

Verdun’da Fransızlar büyük zayiat veriyordu. Fransız Ordusu’nun başında bulunan Robert Nivelle yaptığı yanlışlar nedeniyle ordu içinde tepkiler giderek artmış, bu tepkiler daha sonra isyana dönüşmüştü. İsyanın ordunun genelinde zuhur etmesi sadece Verdun’da işlerin kötü gitmesiyle açıklanamaz. Bu isyan Fransız tarihinde önemli dönemeçlerden biridir ve analiz edilmeye muhtaçtır. Sadece Fransa değil askeri tarih açısından da önemlidir. Verdun’da yaşananlar, isyanın en önemli sebeplerinden biridir ama kendisi değildir. Askeri, isyana sevk eden sebep uğradıkları zayiat değildi. Asıl sebep savaşın Fransız kurmay heyeti tarafından kötü yönetilmesiydi. Örneğin Fransızların kazdığı siperlerin yanlışlığı askeri savaşmaktan alıkoymuş, günlük besin ihtiyacı bile karşılanamayan asker, yalnız bırakıldıkları hissine kapılmıştı.

Churcill ve Kendini Beğenmişlik

Fransız askeri emir komuta zincirine son derece bağlıdır, zaten ordu da daha önce böyle bir isyan yaşanmamıştır. Fransız kurmay heyeti burada akıllı davranarak Nivelle’i hemen görevinden almış yerine Pétain’i atayarak tarihi bir iş yapmıştır. Pétain hemen duruma müdahale etmiş, önce askerin şartlarını iyileştirerek işe başlamış ardından yaptığı hamlelerle isyanın büyümesini engellemiştir. Askerin kendisine beslediği güven ve sevgi de isyanın bastırılmasını kolaylaştırılmıştır. Pétain daha sonra İkinci Dünya Savaşı’nda yer aldığı taraf nedeniyle “hain” edilmişti. Pétain Fransa’da hala tartışılsa da tartışılmayacak bir şey varsa o da Verdun’daki askeri zekasıdır. Bu vesileyle Pétain’in neden İngilizlerle beraber savaşmak yerine Almanlarla anlaşma yoluyla ülkesini kurtarmak istemesinde Churchill’in süreçte takındığı tavrın etkili olduğunu düşünüyorum. Kendi saflarında savaşan De Gaulle gibi bir isme bile güvenmeyen Churchill’in adının bile Pétain için yeterli olduğu düşüncesindeyim. Fransızlar İngilizlere güvenmiyordu. Özellikle Pétain ve Amiral François Darlan’ın Almanlarla hareket etmesinin temel nedeni budur ve bunda da haklı çıkmışlardır. De Gaulle neden Pétain’ın idamını ev hapsine çevirmiştir, çünkü bu itilmişliği kendisine İngilizler ve Amerikalılar bizzat yaşatmıştır.

Mustafa Kemal Paşa’nın Falkenhayn Uyarısı

Verdun Muharebesi’nde Alman Ordusu’nun başında Mustafa Kemal Paşa’nın 7. Ordu Komutanlığı’ndan istifasına sebep olan Eric Von Falkenhayn vardı. Mustafa Kemal’in Falkenhayn hakkındaki görüşleri doğru çıkmıştı. Verdun’da yenildikten sonra 1917’de Yıldırım Orduları Komutanı olarak atanan Falkenhayn, Kudüs’ü de İngilizlere teslim eden isim olmuştu. Falkenhayn yenilgisiyle Kudüs Osmanlı idaresinden çıkmış, 25 Şubat 1918’de Falkenhayn Yıldırım Orduları’nın başından alınarak yerine Liman von Sanders atanmıştı. Verdun’u kaybeden Falkenhayn Kudüs’te yeni bir yenilgi daha almıştı. Mustafa Kemal Paşa’nın itiraz ve istifasına rağmen Enver Paşan’ın Falkenhayn ısrarı, Osmanlı’ya pahalıya mâl oldu. Tüm itirazlara rağmen Yıldırım Orduları Komutanı olarak atanan Falkenhayn böylelikle kariyerine bir yenilgi daha eklemiş oldu. Sadece kendi kariyerini değil bir coğrafyanın tanzimine de etki etti.

Ordu “Venizelosçular” ve “Kralcılar” Diye İkiye Bölündü

Churchill’i anıp Venizelos’tan bahsetmemek mümkün mü? Rumların Küçük Asya macerasının baş aktörü Giritli Venizelos’du. Kendisini dev aynasında gören Venizelos, arkasına aldığı İngiliz desteğiyle Küçük Asya’da büyük işler yapacağını düşünerek hareket etmiş, onun bu hırsı Rumlara ağır bir fatura çıkarmıştı. Kral I. Konstantin ile yıldızı barışmayan Venizelos, Kral’a darbe yapacak kadar ileri gidebilecek kapasitede bir insandı. Almanların yanında saf tutmayı daha doğru bulan Kral’a rağmen İtilaf Devletleri safında yer almayı isteyen Başbakan Venizelos sonunda bu isteğine kavuştu. İngiliz hayranı olan Venizelos bu hayranlığının karşılığını almış ve Yunan Ordusu 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkmıştı. Venizelos’un ordu içinde desteği çoktu. Kanımca Ordu içinde Venizelos’a duyulan hayranlık, onun daha önce yaptığı işlerden dolayı kazandığı prestijdi. Venizelos ve I. Konstantin arasındaki bu mücadele Yunan Ordusu’nun Anadolu’ya çıkmasının ardından daha da şiddetlendi. Venizelos’un Kral’la girdiği bu güç mücadelesi Küçük Asya’daki Yunan Ordusu’nu karpuz gibi ikiye ayırdı.

“Çift Başlı” Bizans Kartalı

Ordu “Venizelosçular” ve “Kralcılar” şeklinde ikiye bölünmüş, bazı yerlerde askerler üstlerine isyan eder duruma gelmişti. Emir komuta edilmekten uzak, askerliğin en basit kurallarının dahi işletilemediği bir ordu haline gelen Yunan Ordusu, bu çekişmenin bedelini İnönü ve Sakarya muharebelerinde ödedi. İkiye bölünen orduda her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu. Yunan Ordusu kendisiyle savaşır hale gelmişti, güvensizlik hat safhadaydı. İstanbul’un fethinden sonra ilk kez Patrikhane’ye Bizans bayrağı çeken Rumların hayali, Ordu’nun içine düştüğü bu durumun ardından tuzla buz oldu. “Çift Başlı Kartal”, “Çift Başlı Orduya” dönüşmüştü. Sakarya Muharebesi sonun başlangıcı oldu. Yunanistan’ın içinde bulunduğu ekonomik darboğazla birlikte giderek büyüyen Anadolu’daki direniş, Rumların heyecanını kursaklarında bıraktı. Siyasi iradenin çekişmesinden dolayı ikiye bölünen ordu bu yenilginin faturasını “Çift Dikiş” ödedi.

Beyin Krizi

1913-1918 yılları arasında Alman subaylar Türk askerine komuta etmişti. Genelkurmay Başkanımız bile Alman’dı. Tarihte eşine az rastlanılır bir durum. Beyin nakli gibi bir şey bu. Olur mu; olmaz. Olmadı da. Sonrası malum. Çanakkale, Sarıkamış, Kudüs… “Felç” terimi, sinirlerin devre dışı bırakılması anlamına gelen Yunanca kelimeden türetilmiştir. Türklerde “inme” olarak da adlandırılır. Beyine giden damarların tıkanmasıdır. Bir anlamıyla “beyin krizi”dir. Vücut otoriteyi kaybeder. “Trafik felç oldu deriz”, daha çok İstanbul’da oturanlar kullanır bu terimi. Gerisini zaten biliyorsunuz. Bir de boksta en fazla puan, neden kafaya vurunca verilir, çünkü insanın emir komuta merkezi orasıdır da ondan. Nakavtlar çoğunlukla kafaya vurulan darbeyle gelir. İçerisi her zaman dışarıdan önemlidir. Dünyayı anlamlandırmak için insanı incelemek yeterlidir. Dünya bir anlamda fanustur, zaman da insan da mekân da öyle bu fanusun içindedir. “Aptallığın en açık kanıtı, aynı şeyleri defalarca deneyip, her defasında farklı sonuçlar elde etmeyi beklemektir.” diyen Einstein haksız değildir. Birçoğumuz aynı hataları tekrarladığımız için sıkça hayıflanırız ama aynı hataları yapmaktan da geri durmayız… Allah “Felç” olmaktan korusun…


[1] Nikos Svoronos, Çağdaş Helen Tarihine Bakış, Belge Yayınları.

[2] Özlem Genç, Birleşik Avrupa’nın Mimarı Şarlman ve Karolenj Rönesansı, Lotus Yayınları.

[3] Richard C. Hall, Balkan Savaşları/1912-1913 I. Dünya Savaşı’nın Provası, Çev. M. Tanju Akad, Homer Kitabevi.

Gökçen GÖKSAL
Gökçen GÖKSAL
Gökçen Göksal, 1979 yılında İstanbul'da doğmuştur. Dumlupınar Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra, İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Medya ve İletişim Sistemleri üzerine Yüksek Lisans yapmıştır. Uzun yıllar dergi, gazete, radyo ve televizyon başta olmak üzere çeşitli basın-yayın kuruluşlarında görev yapan Göksal’ın yayımlanmış çok sayıda eseri, makalesi ve röportajı bulunmaktadır.

Benzer İçerikler