Tek Kutupluluktan Çok Kutuplu Dünya Düzenine Geçişte Venezuela Olayları

Paylaş

Venezuela olayları Devlet Başkanı Nikolas Maduro’yu destekleyenler ve ona karşı çıkanlar olarak ülkenin ikiye bölünmüş olduğunu göstermektedir. Bu olaylara dünya kamuoyu da farklı tepkiler vermektedir. Diğer bir ifadeyle Venezuela olayları karşısında dünya da ikiye bölünmüş durumdadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) eskide olduğu gibi demokrasi ve liberal düşünceler etrafında şekillenen yumuşak gücü üzerinden diğer ülkelere istediğini kolay kolay dayatamayacağı bir kez daha anlaşılmıştır. Bu bağlamda Venezuela’daki gelişmeler ABD’nin önderliğindeki tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu dünya düzenine geçişi simgeleyen önemli bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu konunun oluşmakta olan çok kutuplu dünya düzeni çerçevesinde analiz edilmesinde yarar vardır.

İlk olarak, ABD merkezli dünya düzeninin sona doğru yaklaşmakta olduğunu belirtmek gerekir. Bu düzen 17. yüzyıldan itibaren Avrupa devletlerinin önce Reform Hareketleri, Rönesans ve daha sonra Sanayi Devrimleri sayesinde uluslararası politikada etkin güç olmalarıyla başlayan sürece işaret etmektedir. 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde bu hareketler dizisine Amerika ve Fransız Devrimleri hız kazandırmış ve Batı Dünyası “özgürlük” ve “eşitlik” söylemleri üzerinde “insan merkezli” dünya görüşünü oluşturmaya başlamıştır. 19. yüzyılda Avrupa sömürge imparatorlukları üzerinden söz konusu “değerler” dünyaya yayılmış ve Avrupa artık dünyanın merkezi haline gelmiştir. 20. yüzyıla gelindiğinde ise yeni kurulan devletler kendi gelişme planlarında diğer bir ifadeyle modernleşmelerinde (Batılılaşma olarak da okumak mümkün) Avrupa ülkelerine özenmiş ve toplumsal, ekonomik, siyasal ve hatta kültürel alanlarda Batı’yı taklit etmişlerdir.

Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru uluslararası politikaya etkin olarak giren ABD, dünyanın “yeni efendisi” olarak sahneye çıkmıştır. Ancak bu efendiliğin somut bir biçimde gerçekleşmesi için İkinci Dünya Savaşı’nın beklenmesi gerekmiştir. Bu bağlamda savaş sonrası kurulan sistem “ABD düzeni” olarak tanımlanmıştır. Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi düzenin siyasal ve ekonomik temelini oluşturan örgütlerin ABD topraklarında bulunması, bunun net göstergeleri olmuştur. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönem “iki kutuplu dünya” şeklinde tanımlansa da aslında oyunun kurucusunun bahsi geçen devlet olduğu söylenebilecektir. Bu dönemde yaşanan Soğuk Savaş’ın bir bakıma söz konusu devletin küresel hegemonyasına hizmet eden bir algı operasyonu olma olasılığı da vardır. Bu kapsamda her ne kadar Sovyetler Birliği nükleer silah açısından ABD ile rekabet içerisinde bulunmuş olsa da ABD’nin ürettiği “demokrasi” söylemine karşı Sovyetlerin geliştireceği ciddi bir meydan okuması yoktu. Ayrıca komünizm ideolojisi her ne kadar kapitalizmin alternatifi mahiyetinde tartışıldıysa da komünizmin bir ütopya olduğu Sovyet yöneticileri tarafından dahi anlaşılmaktaydı. Nitekim, 1985 yılı sonrasında yaşanan süreçte bu durum açıkça ortaya çıkmış ve komünizm ideolojisi tam anlamıyla “demokrasi” tarafından mağlup edilmiştir. Bu dönemde Francis Fukuyama’nın ileri sürdüğü “Tarihin Sonu” adlı tez, ABD dünya görüşünün artık “insanlığın tek değeri” olduğunu ilan etmekteydi.

1990’lı yıllardan itibaren ABD, demokrasi ve insan hakları söylemi üzerinden ülkelerin iç işlerine etkin bir şekilde karışmaya başlamıştır. Aynı dönemde Avrupa ülkelerinin bu söylem üzerine kıta üzerinde entegrasyon sürecini başlatmasıyla Batı değerleri “evrensel” bir kimlik kazanmıştır. Ayrıca ABD’nin teknolojik açıdan elde ettiği üstünlük de onların “haklılık” derecesini güçlendirmesini sağlamıştır. Bu hususta söz konusu devlet, tüm dünyada kalkınma modeli olarak değerlendirilmeye tabi tutulmuş ve bu süreçte ABD çeşitli politika veya programlar çerçevesinde dünyada Batı hayranı bir kitle oluşturmuştur. Bu kitle artık bahsi geçen devletin yumuşak gücünü oluşturmaya başlamıştır. Nitekim özellikle eski Sovyet coğrafyasında 2000’li yıllarda yaşanan “Renkli Devrimler” bu gücü yansıtan somut bir nitelik arz etmektedir. 2010’lu yıllarda ise aynı sürecin bu sefer Arap Dünyası’nda yaşandığı görülmüştür. Günümüzde, renkli devrimlerin gerçekleştiği ülkelerin çoğu demokratik olmak bir yana daha çok istikrarsızlığa ve iç savaşa sürüklenmiştir.

Özetle, ABD’nin “demokrasi” söylemini kendi çıkarları doğrultusunda etkin bir şekilde kullanması, insanların bahsi geçen ideolojiye daha temkinli yaklaşmasına ve hatta sorgulamasına yol açmıştır. Bu noktada ön plana çıkan birkaç husustan bahsetmekte fayda vardır.

Birincisi, demokrasi hiç kuşkusuz iyi bir yönetim biçimidir. Ayrıca henüz buna karşı ileri sürülen bir alternatifi de bulunmamaktadır. Son iki yüzyılda gelişen demokrasi artık dünyadaki çoğu ülkenin anayasasında yer alan “evrensel” bir değerdir. Ancak ülkelerin demokratikleşme süreçlerinin farklı olduğunu unutmamak gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, ülkelerin demokratik olup olmadıklarını tespit etme hakkı kimsenin elinde olmamalıdır. Diğer bir ifadeyle, ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin diğer ülkelere “demokrasi dersi verme” hakkı olduğundan bahsedilemeyecektir.

İkincisi, demokratik olarak nitelendirilebilecek bir ülkenin dış politikasında da aynı şekilde demokrasi yanlısı bir politika izleyeceği çıkarımı yapılamayacaktır. Sonuçta karar alıcılar, dış politikada ülke çıkarları doğrultusunda bir yol izlemektedir. Her ne kadar ülke liderleri değerler çerçevesinde bir söylem kullansa da sonuç itibariyle kendi çıkarları kapsamında hareket etmektedir. Bu bağlamda Batı ülkelerinin darbeyle iktidara gelen yönetimlerle işbirliği yapması bunun açık bir göstergesidir. Kısacası, ABD’yi ya da diğer bir Batılı ülkeyi demokrasinin temsilcisi olarak görmek yanlıştır.

Üçüncüsü, demokrasinin temel prensiplerinden biri çoğulculuktur. Eğer gerçekten demokratik ve çoğulcu bir dünya kurulmak isteniyorsa o zaman çok kutuplu dünyanın bu düzene daha uygun olduğu söylenebilecektir. Nitekim, tek kutuplu dünyada hegemon olan güç “gerçekleri” algı yönetimi üzerinden kendi çıkarları çerçevesinde şekillendirmektedir. Örneğin, bugün Venezuela’da yaşanan olaylar 1990’lı yıllarda yaşansaydı “dünya kamuoyu” yani ABD’nin oluşturduğu kamuoyu, Nikolas Maduro’yu “diktatör” olarak algılayacaktı. Böylesi bir durumda kimse Rusya’nın ya da Çin’in ne dediğine bakmayacaktı.

Yukarıda zikredilen hususlar çerçevesinde Venezuela olaylarını analiz edecek olursak, dünyanın artık sadece ABD’nin gerçekleriyle yaşamadığını söylemek doğru bir ifade olacaktır. Bu kapsamda dünya kamuoyunun artık CNN ve BBC’nin gerçekleri nasıl çarpıttığına yönelik farkındalığı artmıştır. Buradan hareketle, çok kutuplu dünyanın bir gereği olarak günümüzde yaşanan her bir olayda farklı seslerin çıkması ve çeşitli yaklaşımların görülmesi, ABD’nin dayatmacı politikalarının dengelenmesi ve tek bir gücün “istediğimi yaparım” tutumunun engellenmesi bakımından oldukça önemlidir. Bu anlamda Venezuela’daki olayların henüz nasıl bir seyir izleyeceği meçhul olmakla birlikte son kararı Venezuela halkının vereceği unutulmamalıdır.

Diğer taraftan ABD’nin de istediği gibi Maduro’nun iktidarını kaybetmesi, çok kutuplu dünya düzeni için çalışan ülkelerin mağlubiyeti anlamına gelecektir. Bu durumda ABD, Venezuela halkının yanında duran bir aktör şeklinde algılanırken; Rusya, Çin, İran ve Türkiye gibi Maduro’ya destek veren ülkeler “diktatörün uluslararası işbirlikçileri” olarak değerlendirilecektir. Başka bir ifadeyle ABD’nin “demokrasi yanlısı” algısı pekişirken, karşı cephede yer alanların “demokrasi karşıtı” algısı güçlenmiş olacaktır. Böyle bir olası senaryoda ABD, “demokrasi” söylemi üzerinden ülkelerin içişlerine müdahale etmeye devam edecektir. Sonuç itibarıyla, Amerikan hegemonyasındaki tek kutuplu dünya düzeni bir süreliğine de olsa vadesini uzatmış olacaktır. Bu durum uluslararası politikaya daha çok çatışma ve istikrarsızlık olarak yansıyacaktır.

Dolayısıyla çok kutuplu dünya için çalışan ülkelerin kendi aralarında işbirliği geliştirerek bu konuda ortak bir cephe oluşturmaları gerekmektedir. Özellikle, konunun Birleşmiş Milletler’de (BM) sürekli gündemde tutulması ve ülkelerin iç işlerine müdahale anlayışının önüne geçilmesi elzemdir. Burada Maduro tarafını destekleyen uluslararası aktörlerin elinde temel olarak iki araç bulunmaktadır.

Birincisi, BM düzeninin temel taşlarından biri olan ülkelerin iç işlerine karşımama prensibidir. Uluslararası hukukun temel taşı olan bu prensibin çok kutuplu dünyada bilhassa ön plana çıkartılması önem arz etmektedir. Bu ilkenin ortaya çıktığı Vestfalya Anlaşması’ndan önce Avrupa’da büyük din savaşları yaşanmış ve bu anlaşmayla birlikte daha istikrarlı bir düzen ortaya çıkmıştır. Otuz yıl süren savaşların sonunda Avrupalılar dini konuların daha doğrusu “değer endeksli tutumun” ülkeler arasındaki ilişkilerden çıkartılması gerektiği sonucuna varmışlardır. Bugün yaşadığımız dünyada ise büyük güçlerin doğrudan ya da dolaylı olarak diğer ülkelerin iç işlerine karışması istikrarsızlığa neden olmakta ve bütün bölgeleri etkileyen iç savaşlara yol açmaktadır. Bu müdahaleler gerçekleştirilirken “insani değerlere” atıf yapan “demokrasi”, “insan hakları” ve “ifade özgürlüğü” gibi kavramlar kullanılmaktadır. Bu söylemler ne kadar yapıcı olsalar da başka ülkelere müdahale amacıyla kullanıldıkları için yarattığı etki hep yıkıcı olmuştur. Bu sebeple, çok kutuplu dünya için çalışan ülkelerin bu prensibi gündemde tutmaları oldukça önemlidir.

İkincisi, demokrasi artık “evrensel değer” olarak kabul edilmektedir. Ancak, Batı Dünyası’nı bir kenarda tutacak olursak demokrasi denilince akla ilk olarak ifade özgürlüğü ve bu bağlamda protesto eylemleri gelmektedir. Halbuki, Batı’da demokrasi denilince her şeyden önce “hukukun üstünlüğü” anlaşılmaktadır. Zaten demokrasi dediğimiz şey; yönetenlerle yönetilenler arasında bir hukuk çerçevesinin oluşturulmasıdır. Bu nedenle, çok kutuplu dünya düzeni için çalışanlar demokrasi vurgusu yaparken hukukun üstünlüğü kuralını ön plana çıkarmaları gerekmektedir. Venezuela örneğinden bakacak olursak, sonuçta Maduro seçimle gelmiş resmi bir devlet başkanıdır. Ona karşı protesto eylemleri yapılabilir, ancak halk hareketleri üzerinden onun devrilmesi demokrasiye aykırıdır.

Sonuç olarak Venezuela olayları, çok kutuplu dünya düzenini savunan ülkeler için bir test niteliğindedir. Eğer Maduro devrilirse, ki bu olasılıklar dahilindedir, ABD bir kez daha hegemonyasının ömrünü uzatmış olacaktır. Eğer Maduro iktidarda kalmayı başarırsa, bu çok kutuplu dünya düzeninin inşasında önemli bir adım olacaktır.

Benzer İçerikler