Batı açısından bu durum aslında “kırk katır mı, kırk satır mı” ile eşdeğerdir desek herhalde abartmış olmayız. Zira Türk-Batı ilişkilerindeki mevcut durum, eski alışkanlıklar ve söylemler bağlamında böylesi bir sonuca yol açıyor. Batı’nın önünde artık iki seçenek var: Ya Türkiye ile yeni dünya gerçeğine göre hareket edecek ya da statükoculuğunun kurbanı olacak.
Türkiye’nin istediği şartlar ortada. Bu şartların ne anlama geldiğini Batı ve diğerleri çok iyi biliyor. Dolayısıyla buna yanaşmaları pek mümkün görünmüyor. En azından mevcut şartlar altında.
O yüzden Batı şu an Türkiye’ye karşı “araf stratejisi” uyguluyor. Türkiye ile ilişkileri ne koparabiliyor ne de Ankara’nın istediği şekilde yeni bir formata sokmaya yanaşıyor. Zira Batı’nın zamana ihtiyacı var; hem kendi içerisindeki hem de ötekilere karşı yürüttüğü güç mücadelesi açısından. Dolayısıyla ortada taraflar açısından sürdürülemez bir durum var; özellikle de Türkiye boyutuyla…
Türkiye, Batı’nın bu yaman çelişkisinin ve yeni stratejisinin farkında. Bundan dolayı bunu fırsata çevirmeye yönelik hamlelerine hız vermiş durumda. Batı’yı bir tercihe zorlamaya devam ediyor. 24 Ağustos 2016’dan bu yana Türkiye’nin yakın çevresi ağırlıklı yürüttüğü sahada var olma ve hâkimiyeti sağlama politikası, Batı üzerinde de ciddi bir strese, baskıya yol açmış durumda.
Nitekim ABD ve diğer Batılı ülkelerdeki Türkiye ile ilişkilere yönelik kafa karışıklığı ve yürüttüğü operasyonlarla ilgili farklı tepkiler bunun göstergesi. Türkiye; ABD ve Batı içerisinde yeni bir tartışma ve rekabetin adresi.
Türkiye Askeri Operasyonlarını Derinleştirmeli ve Genişletmeli!
Zira yukarıda da ifade edildiği üzere, Türkiye’nin sahadaki askeri varlığı ve başarıları, diplomasi masasında da elini kuvvetlendiriyor. Son dönemde Ankara’ya yönelik artan yoğun ilginin altında da bu yatıyor. Düne kadar yalnızlaştırılmaya çalışılan Türkiye, bugün itibarıyla sadece Doğu ve Batı bağlamında değil, Batı’nın kendi içerisinde de paylaşılamayan, işbirliği yapılmak istenilen bir ülke konumunda.
Yeni Dünya Düzeni inşa sürecindeki kilit aktör rolü; hiç kuşkusuz, başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeler açısından Türkiye’yi kaybetmemeleri gereken bir ülke olarak ön plana çıkartıyor. Her şeye rağmen ABD ve diğer Batılı ülkeler ve kuşkusuz NATO, Türkiye ile ortak çıkarlara ve tanıma dayalı yeni bir işbirliği yapmak ve bunu hayata geçirmek zorunda olduklarının farkındalar.
Aksi takdirde en azından ABD küresel güç hegemonyası konusundaki iddialarını kaybetmek bir yana, Batı içerisindeki liderliği de tartışmalı bir ülke konumuna düşecektir. Bu ise, ABD açısından ikinci bir iç savaşa gidiş ile eş değer olacaktır. Dolayısıyla ABD, YPG-PYD/PKK/SDG konusunda geri adım atmak mecburiyeti ile karşı karşıyadır. Türkiye’nin operasyon alanını genişletmesi ve derinleştirmesi açısından tarihi bir fırsat söz konusudur.
Afrin Operasyonu BOP’a Büyük Bir Darbedir!
Türkiye, kendisini güneyden kuşatmaya yönelik BOP’a karşı ilk somut tepkisini 24 Ağustos 2016’da Cerablus ve el-Bab ile vermişti. Kuzey Irak bağlamında kendisini gösteren Referandum Krizi’nde bölge devletleriyle birlikte ortaya koyduğu tepki de bu kararlılığın, bu bağlamda yürütülen politikanın bir parçasıdır.
Afrin, bu noktada hem Kuzey Irak’taki hem de 24 Ağustos 2016’da başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu sürecinin bir devamı olup, bölgede ABD’nin gerçekleştirmeye çalıştığı BOP’a karşı verilen mücadeledir.
Afrin ve Münbiç, sahip olduğu jeopolitik-stratejik konumuyla birkaç açıdan büyük önem arz etmektedir.
Öncelikle Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında inşa edilmeye çalışılan “BOP Kürdistanı”nın Akdeniz’e çıkışında önemli bir konuma sahiptir. Fırat’ın batısında iki önemli sıçrama taşı, köprübaşı niteliğindedirler. Dolayısıyla Afrin ve Münbiç’te kontrolün sağlanmasıyla birlikte Suriye’de kurulması düşünülen “BOP Kürdistanı”nın Akdeniz’e çıkışı engellendiği gibi, Fırat’ın doğusuna yönelik askeri harekât daha da kolaylaşacaktır.
İkinci Kandil’e Müsaade Edilmemeli!
PKK terör örgütü, saldırılarının önemli bir kısmını kontrolü çok zor olan bu dağlık ve ormanlık bölgeden gerçekleştirmektedir. Suriye devletinin iç savaş öncesinde bile kontrolü sağlayamadığı ve bundan dolayı iki ülke arasında 1990’lı yıllarda da krize yol açan bu bölge adeta “İkinci Kandil” konumundadır. Dolayısıyla Afrin, terör örgütünün önemli saldırı üslerinden biri konumundadır ve buranın örgütün elinden alınmasının psikolojik bazda da önemli etkileri olacaktır.
Bundan dolayı ABD Kuzey Irak’taki referandum krizinde ve Afrin’de geri adım atmak zorunda kalmıştır. Aynı durum Münbiç ve Fırat’ın doğusu için de geçerlidir. Ankara, hiçbir şekilde ABD’nin Münbiç üzerinden Fırat’ın doğusunu pazarlık yapmasına müsaade etmemelidir.
Unutulmamalıdır ki Türkiye’nin Afrin’e yönelik başlattığı ve sonrası itibarıyla Münbiç ve Fırat’ın Doğusunu da içine alması beklenen operasyonun temel hedefi, en başından bu yana açıklandığı üzere güneyinde kendi güvenliğini, bekasını tehdit eden terör koridorunu/yapılanmasını ve onun sahadaki unsurlarını ortadan kaldırmaktır.
PYD-YPG/PKK/SDG ve DEAŞ bu bağlamda Türkiye’ye yönelik öncelikli tehdit unsurlarıdır. Bu örgütler Türkiye’ye karşı yürütülen vekâleten savaşın unsurlarıdır. Bu örgütlerin konuşlandığı her karış toprak ise Türkiye’ye yönelik tehdidin adresidir. Aksi takdirde 24 Ağustos’tan bu yana devam eden operasyonlar büyük ölçüde anlam ve önemini kaybedecektir. Zira ABD ilk fırsatta güneyimizde oluşturduğu köprübaşı üzerinden bizi vurmaya ve ertelemek zorunda kaldığı projesini kabul ettirmeye çalışacaktır.