Soğuk Savaş sonrası dönemde devletler “Yeni Dünya Düzeni” arayışı içinde iki büyük mücadelenin içerisine girmiş durumdalar. Bunlardan birincisi “beka”, diğeri ise bu yeni dönemde etkin bir şekilde yer alabilmek, yani bir güç merkezi olabilmek.
Bazı devletler açısından bu sadece bir beka meselesine dönüşürken ve bunların bir kısmı kaybederken, diğerleri açısından bu bölgesel ya da küresel güç statüsü arayışları olarak kendisini göstermekte. Örneğin ABD “tek kutuplu” bir dünya derken, buna karşı ağırlıklı olarak Rusya’nın birtakım endişelerinden kaynaklı, dolayısıyla da öncülüğünü yaptığı “çok kutupluluk” çıkışları bu yüzden oldukça önemli.
Dolayısıyla burada “Çok kutupluluk”; aslında küresel bazda ABD’ye karşı verilen topyekûn beka mücadelesinin panzehri olarak da kabul edilebilir. Yani devletler; ABD hegemonyasına, dolayısıyla da ulusal güvenliklerine yönelik buradan kaynaklanan ortak tehdide “çok kutupluluk” politikası ile cevap verebilmekte ve bunu da kolektif bir duruş sergilemek suretiyle gerçekleştirebilmekteler.
Nitekim çok kutupluluğun bu kadar revaçta olmasının bir nedeni de buradan kaynaklanıyor. Bu bağlamda, 1996 ve sonrası 2001 yılına kadarki dönemde Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’nün oluşum ve gelişim süreçlerine dikkatlice bakıldığında ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır.
Henüz adı konulmamış Yeni Dünya Düzeni inşa sürecinde, başta Türkiye olmak üzere, bazı devletlerin durumu oldukça ilginç bir görünüm arz ediyor. Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, tarihsel kodlarına dönüş içerisindeki bu devletler eş zamanlı olarak iki mücadeleyi birlikte veriyorlar.
Yani, söz konusu bu tür devletler bir taraftan beka mücadelesi verirken, diğer taraftan da bölgesel-küresel güç olabilme peşinde koşturuyorlar. Rusya örneğini önemli kılan bir diğer hususu da hiç kuşkusuz bu tespit oluşturuyor. Zira Sovyetler sonrası ikinci bir dağılmayı iliklerine kadar hisseden ve bundan dolayı beka kaygısıyla yakın çevre politikasını ilan eden Rusya, bugün aynı politika üzerinden önce bölgesel ardından da küresel güç olma yolunda hayli bir mesafe kat etmiş durumda…
Dolayısıyla tarihsel kodlarına dönüş sürecinde olan devletler açısından; zamanın ruhuna, kendi gerçeklerine, değerlerine ve tarihsel misyon anlayışlarına uygun bir politika izleyebilmek oldukça önemli.
Nitekim bu yeni sürece uygun olarak değişim-dönüşüm sürecine girmiş olanlar, yani devletlerini yeniden yapılandırabilenler, bu tehditten asgari oranda etkileniyorlar. Yap(a)mayanlar ise kaybediyorlar…
Bunun için Soğuk Savaş sonrası gelişmelere bakmanız fazlasıyla yeterli. En azından bugün Yugoslavya diye bir devlet yeryüzünde yok. Daha da ötesi, bu örnekten hareketle devletler “Yugoslavyalaştırılma” tehdidi ile karşı karşıyalar. Bölgelerin, coğrafyaların “Balkanlaştırılması”nın yolu “Yugoslavyalaştırılma”dan geçiyor desek, herhalde pek yanılmış olmayız. Bundan ötürü, günümüzde Türkiye’yi de tehdit eden ve halen uygulamada olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’ni bir “Yugoslavyalaştırma” projesi olarak da değerlendirebilirsiniz.
Rusya, Yugoslavya gibi eş zamanlı olarak bu tehdidi bire bir yaşamış bir devlet. Brzezinski üzerinden dolaylı bir şekilde bu tehdide maruz kalmış Rusya’nın buna karşı verdiği cevap ve bu noktada kullandığı “yöntem”, “söylem” ve “araçlar” bu açıdan oldukça önemli; özellikle de ortak bir coğrafya ve geçmişe sahip iki devlet açısından.
Yakın Çevre İttifakı…
Nitekim yeni dönem Türk dış politikası özellikle Rusya boyutu ile fazlasıyla ön plana çıkıyor. 16 Kasım 2001’de “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ile adı konulan, 24 Kasım 2015’te sabote edilen, 27 Haziran 2016’da revize edilen “ normalleşme süreci” oldukça önemli bir yere sahip.
27 Haziran sonrasında Türk-Rus ilişkilerinde yaşanan Suriye/Ortadoğu merkezli işbirliğinin kazandığı ivme ve bunun stratejik ortaklık noktasına varan boyutu, başta ABD-NATO olmak üzere Batı dünyasını ciddi anlamda rahatsız ediyor. Daha da ötesi; Astana Süreci, S-400’ler ve nükleer ile sembolleşme eğilimi gösteren bu süreç artık Türkiye’ye yönelik tehdidin önemli adreslerinden birisini oluşturuyor.
Batı’nın iki ötekisi konumunda bulunan Türkiye-Rusya arasındaki ilişkide var olan ortak tehdit algısının bir “yakın çevre ittifakı”na yönelmiş olması, elbette ABD’nin en büyük kâbusu ile eşdeğer. ABD, söz konusu sürecin S-400’ler ile sınırlı kalmayacağının farkında. Bundan dolayı Türkiye’ye karşı farklı yöntemlere hız vermiş durumda.
Örneğin Başkan Donald Trump, son dönemde Türkiye’ye “havuç” gösterirken, Dışişleri Bakan Yardımcısı Wess Mitchell “sopa” sallıyor. Mitchell’in Ankara’nın Rusya’dan S-400 hava savunma sistemleri alma anlaşmasını hayata geçirmesi halinde Washington’ın yaptırımlarıyla karşılaşacağı tehdidinde bulunması bunun son örneklerinden.
Dolayısıyla Rusya burada oldukça önemli bir yere sahip. Rusya’yı bu kadar önemli kılan husus elbette sadece sahip olduğu silah sistemleri değil. Rusya’nın Soğuk Savaş sonrası yaşadığı deneyim oldukça önemli. Ve görünen o ki, bu deneyim Türkiye’yi de önemli ölçüde etkilemiş durumda.
Peki, bu nasıl bir deneyim? Ve gerçekten Türkiye açısından bir model olabilir mi? Bu husus Türk dış politikasının seyrini, pozisyonunu nasıl etkiler? Bir eksen değişikliğine mi yoksa yeni bir eksenin doğuşuna mı yol açar? Bu soruları bir sonraki analizimde cevaplamaya çalışacağım…