Rusya-Ukrayna Krizi, Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük umutlarla tesis edilen Avrupa güvenlik mimarisinin yapısal kırılganlığını geri dönülemez biçimde ortaya koymuştur. Söz konusu çatışma, Avrupa’nın on yıllardır süregelen ve barışın ekonomik entegrasyon yoluyla kalıcı hale getirilebileceği varsayımına dayanan güvenlik paradigmasını temelinden sarsarak, kıtayı modern tarihin en kritik stratejik yol ayrımlarından birine sürüklemiştir. Mevcut konjonktürde Avrupa, bir yandan Washington’un nükleer ve konvansiyonel askeri kapasitesine olan yapısal bağımlılığını en üst düzeyde sürdürmek mecburiyetinde kalmakta; diğer yandan ise ABD’nin iç siyasi dalgalanmaları ve küresel önceliklerinin kayması riski karşısında kendi kaderini tayin etme arzusuyla stratejik egemenlik arayışına girmektedir. Bu kronik gerilim, Avrupa Birliği’nin (AB) sadece bir ekonomik dev değil, aynı zamanda otonom bir jeopolitik aktör olma kabiliyetini de sınırlayan derin ve yapısal bir kurumsallaşma sorununa işaret etmektedir.
Avrupa’nın güvenlik mimarisi, günümüzde iki temel stratejik kutup arasındaki felsefi ve operasyonel gerilim üzerinden şekillenmektedir. Bu kutupların ilkini Fransa tarafından temsil edilen ve Avrupa’nın askeri-endüstriyel bağımsızlığını hedefleyen stratejik özerklik vizyonu oluştururken; ikincisini Polonya ve Baltık devletlerinin başını çektiği, güvenliğin yegâne teminatını Atlantik’in ötesinde arayan “Atlantikçilik” doktrini temsil etmektedir. Bu ayrışma, yalnızca savunma bütçelerinin dağılımı veya teknik bir uyuşmazlık olarak görülmemelidir; aksine bu durum, temelleri farklı tarihsel travmalara, coğrafi gerçekliklere ve köklü stratejik kültürlere dayanan derin bir kimliksel krizdir.
Fransa’nın güvenlik perspektifi, kökleri Beşinci Cumhuriyet’in kurucusu Charles de Gaulle dönemine uzanan stratejik bağımsızlık ve milli egemenlik prensibi üzerine inşa edilmiştir. Paris’e göre Avrupa’nın küresel güç rekabetinde pasif bir izleyici olmaktan kurtulup özne haline gelmesi, ancak ABD’den bağımsız askeri planlama, komuta-kontrol mekanizmaları ve lojistik yetenekler geliştirmesiyle mümkündür. Emmanuel Macron’un 2019 yılında NATO’nun koordinasyon eksikliğine dikkat çekerek yaptığı “beyin ölümü” nitelemesi, bu stratejik mirasın güncel jeopolitik krizler karşısındaki sert bir yansımasıdır. Fransa nezdinde Washington, stratejik öncelikleri Hint-Pasifik bölgesine her an kayabilecek ve dolayısıyla Avrupa’nın güvenlik garantilerini işlemsel bir düzleme indirgeyebilecek bir aktör olarak konumlandırılmaktadır.
Buna karşın, Rusya ile doğrudan sınır komşusu olan veya bu tehdidi varoluşsal bir boyutta hisseden Polonya, Estonya, Letonya ve Litvanya gibi devletler için güvenlik, teorik otonomi tartışmalarından ziyade, somut bir saldırganlığa karşı en hızlı ve etkin caydırıcılığı sağlama meselesidir. Varşova ve Tallinn için en güvenilir güvenlik garantisi, AB’nin henüz olgunlaşmamış askeri yapıları değil, ABD’nin sunduğu “nükleer şemsiye” ve NATO’nun Beşinci Maddesi’dir. Bu devletlerin stratejik kültürü, Sovyet işgali döneminden kalan tarihsel tecrübeler ve coğrafi riskler nedeniyle, Batı Avrupa’nın özellikle Fransa ve Almanya’nın Moskova ile yürüttüğü reel politik temelli diyalog arayışlarına karşı derin bir güvensizlik barındırmakta; güvenliği ancak Washington ile kurulan sarsılmaz ikili bağlarda görmektedir.
Ukrayna’daki savaş, Avrupa güvenlik kimliğindeki bu yapısal gerilimi hem tescil etmiş hem de taraflar arasındaki asimetriyi daha karmaşık bir boyuta taşımıştır. Çatışmanın başlangıç safhası, Avrupa devletlerini savunma harcamalarını GSYİH’nın yüzde 2’sinin üzerine çıkarmaya zorlayarak Fransa’nın “kendi başımızın çaresine bakmalıyız” tezini destekler bir zemin oluşturmuştur. Ancak savaşın operasyonel seyri; gelişmiş istihbarat paylaşımı, uydu haberleşmesi, uzun menzilli hassas mühimmatlar ve lojistik derinlik hususunda Avrupa’nın ABD desteği olmaksızın geniş ölçekli bir konvansiyonel savaşı yönetme kapasitesinin ne denli sınırlı olduğunu acı bir şekilde ortaya koymuştur.
Almanya tarafından ilan edilen Zeitenwende politikası, bu stratejik ikilemin en dramatik örneklerinden birini teşkil etmektedir. Berlin yönetimi, savunma bütçesini 100 milyar euroluk bir fonla takviye etme kararı almasına rağmen, ilk büyük stratejik alım tercihini Amerikan menşeli F-35 savaş uçaklarından yana kullanarak, Fransa ile ortak yürütülen “Geleceğin Hava Muharebe Sistemi” (FCAS) gibi Avrupa merkezli projelere olan güveni sarsmıştır. Bu tercih, Avrupa’nın güvenlik krizleri ve sıcak çatışma anlarında otonomi arayışından ziyade, test edilmiş ve güvenilir olan transatlantik bağlara sığınma refleksinin ne kadar baskın olduğunu kanıtlamıştır. Bu durum, Avrupa savunma sanayiinin standardizasyonu ve bağımsızlığı önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir.
Bir açıdan bakıldığında, Polonya’nın tutumu, bölgesel bir hegemonik tehdit karşısında sistemdeki en güçlü aktörle ittifak kurarak hayatta kalma stratejisidir. Polonya ve Baltık ülkeleri için rasyonel olan, henüz test edilmemiş bir “Avrupa Ordusu” yerine, mevcut süper gücün koruması altında kalmaktır. Fransa’nın yaklaşımı ise ABD’nin küresel hegemonyasına olan asimetrik bağımlılığı azaltarak Avrupa’yı bağımsız bir güç kutbu haline getirme ve sistemde dengeleyici bir rol üstlenme çabasıdır.
Bir başka perspektif ise sorunun sadece askeri kapasiteyle ilgili olmadığını, temelinde yatan derin kimlik ve norm farklarına dikkat çekmektedir. Fransız güvenlik kimliği, Napolyon’dan bu yana “büyük güç” ve “bağımsız aktör” normu üzerine inşa edilirken; Doğu Avrupa devletlerinin kolektif kimliği “post-Sovyet travması” ve “Batılı demokratik kurumların bir parçası olma” arzusuyla şekillenmiştir. Bu iki zıt kimlik inşası, Avrupa genelinde paylaşılan bir “stratejik kültür” oluşumunu engellemekte; ortak bir tehdit algısı oluşsa dahi, bu tehdide verilecek tepkinin niteliği konusunda tarafları birbirine yabancılaştırmaktadır.
Sonuç olarak, transatlantik bağlılık ile stratejik egemenlik arasındaki bu yapısal gerilim, Avrupa Birliği’nin küresel sahnede bir jeopolitik özne mi yoksa stratejik bir nesne mi olacağını belirleyecek nihai sınavdır. Avrupa’nın, stratejik kararların Washington’da alındığı ve güvenliğin Amerikan iç siyasetindeki örneğin olası bir izolasyonist yönetim değişikliği dalgalanmalara endeksli olduğu bir vesayet şemsiyesi altında kalması, kıtanın küresel rekabetteki ağırlığını her geçen gün aşındırmaktadır.
Savunma sanayiindeki pazar payı rekabeti ve nükleer caydırıcılık konusundaki mutlak Amerikan üstünlüğü devam ettiği sürece, Avrupa’nın güvenlik politikalarındaki bu iki başlı yapının ve “stratejik şizofreni” halinin süreceği öngörülebilir. Avrupa’nın gerçek anlamda bir güvenlik aktörü olabilmesi, transatlantik ilişkilerdeki bu asimetrik bağımlılığı “tamamlayıcılık” temelinde yeniden tanımlamasına ve stratejik çıkarlarını gerekirse Washington’dan bağımsız olarak koruyabilecek kurumsal iradeyi sergilemesine bağlıdır. Bu süreç, sadece askeri harcamalarda bir artış değil, aynı zamanda kıtanın doğusu ile batısı arasında tarihsel yaraları saran, ortak bir jeopolitik gelecek vizyonuna dayalı bir güvenlik kimliğinin inşasını zorunlu kılmaktadır.
