Analiz

AB, İsrail’e “Dur” Uyarısında Ne Kadar Samimi?

AB’nin bu çağrıları, söylem-eylem tutarsızlığının güncel ve dikkat çekici bir örneğini teşkil etmektedir.
AB’nin İsrail’e yönelik “dur” çağrıları, büyük ölçüde samimiyetten uzak, daha çok sembolik ve ritüel bir işlev taşımaktadır.
İsrail, AB için “diplomatik bir aktör” olmanın ötesinde ekonomik ve teknolojik açıdan da “kritik bir ortaktır.”

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Avrupa Birliği (AB), dış politikasını kuruluşundan bu yana uluslararası hukukun üstünlüğü, insan haklarının korunması ve çatışmaların barışçıl yollarla çözülmesi gibi evrensel ilkelere dayandırmaktadır. Ancak bu ilkesel çerçeve ile sahadaki pratik uygulamalar arasındaki uyumsuzluk, özellikle silahlı çatışma bölgelerinde daha görünür hale gelmektedir. Uzun süren sivil kayıplar ve yıkımın ardından, İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarına ilişkin AB tarafından yapılan ateşkes ve şiddetin durdurulmasına yönelik çağrılar, bu söylem-eylem tutarsızlığının güncel ve dikkat çekici bir örneğini teşkil etmektedir. Zira bu tür söylemler, büyük ölçüde sembolik düzeyde kalmakta ve yaptırım, ambargo ya da etkili diplomatik baskı gibi somut ve bağlayıcı adımlarla desteklenmemektedir. Bu durum, AB’nin küresel ölçekte tutarlı, kararlı ve etkili bir dış politika aktörü olma iddiasını zayıflatmakta ve aynı zamanda Birliğin uluslararası kamuoyu nezdindeki güvenilirliğini ve inandırıcılığını sorgulanır hale getirmektedir.

Bu tutarsızlığın en önemli nedenlerinden biri, AB’nin dış politika karar alma süreçlerinin oybirliği ilkesine dayanmasıdır. Bu ilke, özellikle çok aktörlü ve farklı önceliklere sahip üye devletlerin bulunduğu konularda ortak bir dış politika oluşturulmasını önemli ölçüde zorlaştırmaktadır. Üye devletler arasında dış politika önceliklerinin ve tarihsel yaklaşımların farklılık göstermesi, İsrail-Filistin meselesi bağlamında açıkça ortaya çıkmaktadır. Almanya, Çekya ve Macaristan gibi ülkeler, tarihsel sorumluluklar ve stratejik kaygılar doğrultusunda İsrail’e destek verirken, İrlanda, Belçika ve İspanya gibi ülkeler daha eleştirel bir pozisyon benimsemektedir. Bu parçalı yapı, AB’nin İsrail’e karşı etkili ve bütüncül bir tutum geliştirmesini zorlaştırmakta ve alınan kararların sahaya yansımasını ve uygulama düzeyinde karşılık bulmasını engellemektedir.

Bununla birlikte AB’nin dış politika söyleminde benimsediği insan hakları ve uluslararası hukuk ilkeleri ile uygulamadaki stratejik çıkarları arasındaki çelişki, samimiyet sorununu daha da belirginleştirmektedir. İsrail’e yönelik “uluslararası hukuka saygı” çağrılarının ardında gerçek bir yaptırım gücü veya siyasi kararlılık bulunmamaktadır. Oysa Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sonrası devreye sokulan geniş çaplı yaptırım mekanizmaları, AB’nin çıkarları söz konusu olduğunda ne kadar hızlı ve etkili hareket edebildiğini göstermiştir. Bu karşılaştırma, AB’nin krizlere yaklaşımında çifte standart uyguladığına dair eleştirileri güçlendirmektedir. Böyle bir yaklaşım, AB’nin normatif gücünü ve uluslararası alandaki meşruiyetini ciddi şekilde zedelemektedir.

AB kurumlarının İsrail’e yönelik açıklamalarının önemli bir kısmı ise iç kamuoyunun ve sivil toplumun artan baskılarının bir yansıması olarak gündeme gelmektedir. Özellikle son dönemlerde Avrupa’da genç kuşaklar ve insan hakları savunucuları nezdinde Filistin meselesine ilişkin duyarlılık belirgin şekilde artmış, bu da siyasi kurumlar üzerindeki toplumsal baskıyı güçlendirmiştir. Bu bağlamda Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu gibi kurumlar tarafından yapılan açıklamalar, çoğu zaman bu toplumsal tepkiye karşılık verme amacıyla şekillenmekte, fakat içerik bakımından genellikle temenniden öteye geçememektedir. Dolayısıyla ateşkes ya da şiddetin durdurulmasına yönelik yapılan çağrılar, çoğu zaman gerçekçi ve etkili bir dış politika yöneliminin ürünü olmaktan ziyade kamuoyunu yatıştırmayı ve kurumsal itibarı korumayı hedefleyen sembolik iletişim stratejileri biçiminde tezahür etmektedir.

Bir diğer önemli husus, Brüksel-Washington ilişkileri bağlamında değerlendirilmelidir. AB, dış politika alanında tam anlamıyla bağımsız ve özerk bir aktör olma iddiasını sürdürmekle birlikte özellikle Orta Doğu’daki karmaşık ve hassas dengeler söz konusu olduğunda, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile stratejik uyum ve işbirliğini önceliklendiren bir çizgi izlemektedir. Bu yaklaşımın temelinde, transatlantik ilişkilerin ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ittifakının güvenlik politikaları üzerindeki belirleyici rolü bulunmaktadır. Washington’un İsrail’e verdiği koşulsuz siyasi ve askeri destek, AB’nin İsrail-Filistin meselesinde daha sert ve radikal adımlar atmasını fiilen sınırlamakta, Birliğin politika seçeneklerini daraltmaktadır.

AB üyesi ülkelerin büyük çoğunluğunun NATO çatısı altında ABD’ye olan güvenlik bağımlılıkları, Birliğin dış politika manevra alanını kısıtlayan bir diğer önemli faktördür. Bu güvenlik bağımlılığı, özellikle kriz anlarında ABD’nin öncelik ve politikaları doğrultusunda hareket etmeyi zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla AB’nin İsrail’e yönelik “ateşkes çağrıları” ya da “şiddetin durdurulması” yönündeki talepleri, genellikle ABD’nin belirlediği stratejik sınırlar içinde kalmakta ve bu çağrılar dozajı dikkatle ayarlanmış, ölçülü ve sınırlı diplomatik tepkiler olarak ortaya çıkmaktadır.  Fakat bu durum, AB’nin dış politika alanındaki bağımsızlık iddiasını zayıflatmakla kalmayıp aynı zamanda Birliğin küresel aktör olarak etkinliğini ve krizlere müdahale kapasitesini de sınırlandırmaktadır.

Son olarak İsrail’in AB için yalnızca diplomatik bir aktör olmanın ötesinde, aynı zamanda ekonomik ve teknolojik açıdan “kritik bir ortak” olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Özellikle ileri teknoloji, yapay zekâ, siber güvenlik, yenilikçi araştırma-geliştirme projeleri ve savunma sanayii gibi stratejik alanlarda İsrail’le kurulan yoğun işbirlikleri, AB’nin bu ülkeye yönelik sert yaptırımlar uygulama konusunda isteksiz davranmasına önemli ölçüde zemin hazırlamaktadır. Bu alanlarda gerçekleştirilen ortaklıklar hem ekonomik hem de teknolojik anlamda AB’nin rekabet gücünü ve yenilik kapasitesini artırmakta, dolayısıyla bu işbirliklerinin zarar görmesi Birlik için ciddi maliyetler doğurabilmektedir.

Bu çerçevede ekonomik ve teknolojik çıkarların ağır bastığı bir dış politika ortamında, AB’nin evrensel ilkeler ve normlar temelinde yürüttüğü söylemler bir anlamda etkisizleşmekte ve sembolik düzeyde kalmaktadır. İşte bu çıkar temelli yaklaşım, Birliğin İsrail-Filistin çatışmasında tarafsız bir arabulucu ya da güvenilir bir barış aktörü olma iddiasını zayıflatmakla kalmayıp aynı zamanda özellikle Küresel Güney’de AB’nin imajına ve itibarına da olumsuz yansımalar yapmaktadır. Böylece normatif söylemler ile somut çıkarlar arasında yaşanan gerilim, AB’nin dış politika tutarlılığını sorgulatmakta ve küresel arenada etkinliğini sınırlandırmaktadır.

Tüm bu unsurlar bir arada değerlendirildiğinde, AB’nin İsrail’e yönelik “dur” çağrılarının büyük ölçüde samimiyetten uzak, daha çok sembolik ve ritüel bir işlev taşıdığı, söylem ile eylem arasında belirgin bir uyumsuzluk içinde şekillendiği söylemek mümkündür. AB’nin dış politika alanındaki yapısal sınırlılıkları, özellikle karar alma süreçlerinde oybirliği gerekliliği nedeniyle ortak ve etkili bir iradenin oluşmasının zorluğu, ABD ile stratejik bağımlılık ve uyumun zorunlu kıldığı sınırlar ve ekonomik ve teknolojik işbirliklerinden kaynaklanan çıkar ilişkileri, ayrıca artan iç kamuoyu ve sivil toplum baskısının kurumları sembolik açıklamalar yapmaya yönlendirmesi, Birliği uluslararası arenada etkisiz ve tutarsız bir aktör konumuna düşürmektedir.

Bu dinamikler, AB’nin normlara dayalı dış politika söyleminin içinin boşalmasına ve bu söylemin uygulamadaki karşılık bulmamasına yol açmaktadır. Böyle bir ortamda, gerçek bir dış politika samimiyetinden bahsetmek için sadece güçlü ve bağlayıcı yaptırımların uygulanması değil, aynı zamanda çıkar temelli pragmatizmin ötesinde etik ilkelere dayanan, tutarlı ve bağımsız bir duruşun sergilenmesi gerekmektedir. Ancak bu koşullar sağlandığında, AB’nin küresel barış ve adalet aktörü olarak güvenilirliği yeniden tesis edilebilir. Aksi takdirde AB’nin İsrail’e yönelik bu tür çağrıları, uluslararası sistemde anlamlı bir değişim yaratmaktan çok, siyasi retorik olarak kalmaya devam edecek ve savunulan değerler ile sahadaki fiili durum arasındaki uçurumu derinleştirecektir. Bu durum sadece AB’nin dış politika etkinliğini zayıflatmakla kalmayıp aynı zamanda küresel barış süreçlerine katkı sağlama kapasitesini daha da sınırlayacaktır. Dolayısıyla Birliğin dış politika stratejisinde yapısal reformlara gitmesi ve çıkarlar ile normlar arasında daha dengeli bir yaklaşım benimsemesi hem kendi itibarını güçlendirmek hem de çatışma bölgelerinde kalıcı çözümler üretebilmek açısından hayati önem taşımaktadır.

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler