Latin Amerika, tarih boyunca çeşitli küresel güçlerin etki alanı olmuştur. Bu coğrafya, bir yandan eski sömürge gücü İspanya’nın kültürel ve tarihsel mirasıyla şekillenirken, diğer yandan 19. yüzyıldan itibaren Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) artan müdahaleciliğiyle karşı karşıya kalmıştır. Bugün gelinen noktada Latin Amerika; İspanya ve ABD’nin hem rekabet ettiği hem de zaman zaman işbirliğine gittiği karmaşık bir hegemonya mücadelesine sahne olmaktadır.
İspanya’nın Latin Amerika’daki etkisi, 16. yüzyıldaki sömürgeleştirme faaliyetleriyle başlamıştır. Dil, din, hukuk ve yönetim sistemlerinin tamamı, İspanyol yapısına göre şekillendirilmiştir. Ancak 19. yüzyıl başlarında bağımsızlık savaşlarıyla birlikte İspanyol kolonileri birer birer bağımsızlıklarını ilan etmiş, İspanya’nın askeri ve siyasi gücü kıtadaki etkisini kaybetmiştir.
Aynı yüzyılda ABD, 1823 tarihli Monroe Doktrini’yle Latin Amerika’da Avrupa etkisini sınırlama stratejisini ilan etmiş, bu doğrultuda bölgeyi kendi “arka bahçesi” olarak görmeye başlamıştır.[1] Bu yaklaşım, özellikle Soğuk Savaş döneminde anti-komünist müdahalelerle (örneğin Şili’de 1973 darbesi, Nikaragua’daki Contra hareketi, Guatemala’da CIA destekli operasyonlar) somut bir hal almıştır.
ABD, Latin Amerika’nın en büyük ticaret ortağı konumundadır. Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması ve ardından gelen ABD-Meksika-Kanada Anlaşması, Meksika gibi ülkeleri ABD’ye daha da entegre hale getirmiştir. Ayrıca Inter-Amerikan Kalkınma Bankası gibi finansal kurumlarla bölgeye yön veren bir güç haline gelmiştir.
Öte yandan İspanya, özellikle 1990’lardan itibaren özelleştirme süreçlerinden yararlanarak telekomünikasyon, enerji ve bankacılık alanlarında bölgeye ciddi yatırımlar yapmıştır. Telefonica, Banco Santander ve Repsol gibi şirketler, Arjantin, Peru, Şili gibi ülkelerde geniş operasyonlara sahiptir. Ancak bu yatırımlar zaman zaman kamuoyu nezdinde “neokolonyalizm” suçlamalarına yol açmıştır.[2]
ABD’nin kültürel etkisi sinema, müzik ve dijital medya aracılığıyla Latin Amerika toplumlarında yaygınlaşırken, İspanya bu alanda dilsel avantajıyla öne çıkmaktadır. Cervantes Enstitüsü gibi kurumlarla İspanya, İspanyol dilinin standartlarını koruma ve yayma misyonunu sürdürmektedir. ABD ise Hollywood’un ve internet devlerinin etkisiyle genç nüfus üzerinde daha güçlü bir popüler kültür etkisi yaratmaktadır.
İki ülkenin medya kuruluşları da kıtada rekabet halindedir. CNN en Español ve El Pais America, Latin Amerika halkı üzerindeki bilgi akışını şekillendiren iki önemli medya aracıdır.
İspanya, Latin Amerika’yla tarihsel bağlarını güçlendirme adına Ibero-Amerikan Zirveleri gibi çok taraflı platformlar aracılığıyla diplomatik ilişkilerini sürdürmektedir. Latin Amerika ülkelerinin demokratikleşme süreçlerinde gözlemci olarak yer almayı ve kalkınma işbirlikleri sunmayı da dış politikasında öncelik haline getirmiştir.
ABD, çoğu zaman güvenlik, sınır kontrolü ve göç konularını önceleyen bir perspektif benimsemektedir. Özellikle Orta Amerika ülkeleriyle yapılan “güvenli üçüncü ülke” anlaşmaları ve Venezuela Krizi’ne ilişkin yaptırım politikaları bu yaklaşımın göstergesidir.
Her ne kadar ABD ve İspanya, Latin Amerika’da zaman zaman rekabet içinde olsalar da iki ülkenin çıkarları bazı noktalarda kesişmektedir. Örneğin Venezuela Krizi’nde hem ABD hem İspanya, Maduro rejimine karşı demokratik geçişi desteklemiş; ancak müdahale yöntemlerinde farklılıklar sergilemişlerdir. ABD daha sert yaptırımlara yönelirken, İspanya diplomatik baskıyı tercih etmiştir.
Bunun yanında bazı dönemlerde iki ülke ekonomik forumlar ve yatırım konferanslarında ortak hareket etmiş; Latin Amerika’daki altyapı projelerinde Avrupalı ve Amerikalı şirketlerin konsorsiyum oluşturduğu görülmüştür.[3] Ancak bu işbirlikleri kalıcı olmaktan uzaktır.
ABD ve İspanya’nın Latin Amerika üzerindeki etkisi yalnızca kıta sınırları içinde değil, aynı zamanda diaspora toplulukları üzerinden de şekillenmektedir. Özellikle ABD’deki Meksikalı, Porto Rikolu, Kolombiyalı ve Kübalı topluluklar, hem iç siyasetin bir parçası haline gelmiş hem de Latin Amerika’yla sürdürülen dış politikalarda bir köprü rolü üstlenmiştir. Öte yandan İspanya’daki Latin Amerikalı göçmenler (özellikle Ekvadorlu, Perulu ve Bolivyalı nüfus) hem İspanyol toplumuna entegre olmuş hem de Madrid’in Latin Amerika’yla yürüttüğü diplomatik ilişkilerde sosyo-kültürel bir araç haline gelmiştir. Bu iki diaspora alanı, ABD ve İspanya’nın Latin Amerika’ya dair iç politik hesaplarını da doğrudan etkilemektedir.
21. yüzyılda hegemonik rekabet yalnızca askerî, diplomatik ya da kültürel değil, aynı zamanda teknolojik ve dijital altyapı üzerinden de sürmektedir. ABD merkezli şirketler (Google, Meta, Amazon) Latin Amerika’nın dijital altyapısında neredeyse tekel konumunda yer alırken, İspanya merkezli teknoloji şirketleri de özellikle e-devlet çözümleri ve dijital eğitim alanında bölgeye açılım sağlamaya çalışmaktadır. Bu bağlamda bilgi akışı, dijital bağımlılık ve veri güvenliği gibi konular, hegemonya mücadelesinin yeni eksenlerini oluşturmaktadır. Latin Amerika devletlerinin bu süreçte kendi dijital egemenliklerini nasıl kuracakları, bölgesel özerkliğin yeni sınavlarından biri olacaktır.
ABD ve İspanya, Latin Amerika’da yükseköğretim ve akademik işbirliği alanında da sessiz bir rekabet yürütmektedir. Washington yönetimi, Fulbright bursları, Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) eğitim fonları ve Latin Amerikalı öğrencilerin Amerikan üniversitelerine yönlendirilmesiyle kıtadaki entelektüel sermaye üzerinde uzun vadeli bir etki yaratmayı hedeflemektedir. İspanya ise Universidad de Salamanca, Complutense de Madrid ve özel üniversiteler aracılığıyla Latin Amerikalı öğrencilere lisans ve lisansüstü burslar sunmakta; Ibero-Amerikan akademik entegrasyonu hedefleyen girişimlerle kıta genelinde “İspanyol düşünce geleneği”ni güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu akademik alan, yalnızca beyin göçünü değil, aynı zamanda ideolojik yönelimleri, dil politikalarını ve gelecek kuşakların dış politika algılarını şekillendirme potansiyeli taşıdığı için hegemonya yarışının stratejik bir uzantısı haline gelmiştir.
Sonuç olarak ABD ve İspanya’nın Latin Amerika üzerindeki hegemonya mücadelesi, yalnızca tarihsel geçmişe dayanan bir nüfuz rekabeti değil, aynı zamanda günümüzün çok katmanlı ve çok boyutlu güç dinamiklerini yansıtan stratejik bir yarış halini almıştır. Ekonomiden kültüre, diplomasiden dijitalleşmeye, diasporadan eğitime kadar uzanan bu rekabet alanları, Latin Amerika’yı yalnızca etkilenilen bir bölge olmaktan çıkararak küresel güçler arasında yönünü seçebilen bir aktör konumuna da taşımaktadır. Ancak bu güçler arasındaki çekişme, Latin Amerika’nın kendi iç bütünlüğünü ve bağımsız kalkınma vizyonunu ne ölçüde koruyabileceği sorusunu da beraberinde getirmektedir.
[1] “Monroe Doctrine (1823)”, National Archives, 2 Dec. 1823, www.archives.gov/milestone-documents/monroe-doctrine, (Erişim Tarihi: 01.06.2025).
[2] “Un Derrame de Repsol en Perú Causa ‘el Peor Desastre Ecológico Ocurrido en Lima’”, El Diario, eldiario.es/internacional/derrame-repsol-peru-desastre-ecologico-lima_1_8677893.html, (Erişim Tarihi: 01.06.2025).
[3] “BlackRock-led consortium snaps up Panama ports in $23B deal”, PitchBook, www.pitchbook.com/news/articles/blackrock-consortium-acquire-control-panama-ports-23b-deal, (Erişim Tarihi: 01.06.2025).
