17 Ekim 2025 tarihinde Donald Trump yönetimi Karayip Denizi’nde altıncı kez “narko-terör” şüphesiyle bir gemiye saldırı düzenlemiş ve bu kez ilk kez hayatta kalanlar bildirilmiştir.[i] Bu olay, daha önce beş ayrı saldırıda toplam 27 kişinin öldüğü operasyonlar zincirinin devamı niteliğindedir. Beyaz Saray, bu eylemlerin Venezuela bağlantılı uyuşturucu ağlarını hedef aldığını öne sürerken, uluslararası kamuoyu operasyonların meşruiyeti ve deniz hukukuna uygunluğu konusunda farklı görüşler ortaya koymaktadır. Bu çerçevede saldırı, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Karayip politikasındaki dönüşümünü ve uluslararası hukukta doğurduğu tartışmaları anlamak açısından dikkat çekici bir örnek teşkil etmektedir.
Trump yönetiminin 2025 yazından itibaren Karayipler’de yürüttüğü operasyonlar, geleneksel “Uyuşturucuyla Mücadele” yaklaşımını aşarak askeri caydırıcılığa dayalı yeni bir güvenlik anlayışına yönelmiştir. ABD, ağustos ayından bu yana bölgeye füzeyle donatılmış destroyerler, F-35 savaş uçakları, bir nükleer denizaltı ve yaklaşık 6.500 asker konuşlandırmıştır.[ii] Bu yoğun askeri varlık, yalnızca kaçakçılıkla mücadele amacı taşımamakta; aynı zamanda Venezuela çevresinde stratejik bir denge oluşturma çabası olarak da değerlendirilmektedir.
Bu yeni yaklaşım, 1980’lerde şekillenen “Uyuşturucuyla Mücadele” paradigmasının güncellenmiş bir biçimi olarak görülebilir. Ancak mevcut durumda operasyonların odağı, yalnızca devlet dışı aktörlerle sınırlı kalmamakta; egemen devletlerin de dolaylı biçimde hedef haline geldiği bir çerçeveye evrilmektedir. Ekim 2025 tarihinde Merkezi İstihbarat Teşkilatı’na (CIA) Venezuela topraklarında faaliyet izni verilmesi, bu politikanın daha geniş bir stratejik yönelime işaret ettiğini göstermektedir.[iii]
Altıncı saldırı, bu nedenle yalnızca bir “anti-narkotik” operasyon olarak değil, aynı zamanda ABD’nin Karayipler’de yeniden etkili bir güç olma çabasının sembolü olarak görülmektedir. Bu yaklaşım, Soğuk Savaş döneminde benimsenen “arka bahçe” anlayışını hatırlatmakta ve Monroe Doktrini’nin modern bir yorumu olarak değerlendirilmektedir.
Uluslararası hukuk açısından en tartışmalı nokta, saldırıların uluslararası sularda gerçekleşmesi ve ölümcül güç kullanımına dayanmasıdır. Vaşington yönetimi, bu operasyonların “meşru müdafaa” ve “deniz güvenliği” ilkeleriyle bağdaştığını savunmaktadır. Buna karşın Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) uyarınca, uluslararası sularda yürütülen silahlı müdahalelerin yalnızca çok sınırlı koşullarda meşru kabul edilebileceği hatırlatılmaktadır. Bu koşullar arasında bayrak devletinin onayı ve uluslararası bir kuruluşun yetkilendirmesi yer alır.[iv] Ancak mevcut olayda bu koşulların karşılanmadığı yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır.
Bu durum, saldırıların “tek taraflı güç kullanımı” niteliğinde olup olmadığı tartışmalarını gündeme getirmektedir. Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2(4). maddesi, devletlerin başka ülkelere karşı kuvvet kullanmasını açık biçimde sınırlandırmaktadır.[v] Özellikle altıncı saldırıda hayatta kalanların bildirilmiş olması, olaya yalnızca askeri değil, insani bir boyut da kazandırmaktadır. Hayatta kalanların kimlikleri ve statüleri henüz netleşmemiştir. Dolayısıyla, bu kişilerin hangi hukuki kategoriye dâhil edileceği ilerleyen dönemde uluslararası hukuk açısından yeni tartışmalar yaratabilir.
ABD iç siyasetinde de operasyonlara ilişkin farklı sesler yükselmektedir. Bazı senatörler, saldırıların Kongre onayı olmadan gerçekleştirilmesinin “Savaş Yetkileri Yasası” çerçevesiyle uyumsuz olabileceğini dile getirmiştir. Bu durum, yürütme erkinin askeri operasyonlar üzerindeki yetki sınırlarının yeniden tartışılmasına yol açmaktadır.
Venezuela hükümeti ise Karayiplerdeki askeri faaliyetleri egemenliğe yönelik bir tehdit olarak değerlendirmiştir. Karakas yönetimi, özellikle CIA’nın ülke içinde faaliyet göstermesine izin verilmesini “egemenlik ihlali” olarak yorumlamaktadır. Bu gelişmeler bölgesel düzeyde de yankı uyandırmış; bazı Latin Amerika ülkeleri operasyonları desteklerken, bazıları bunları dış müdahale olarak nitelendirmiştir. Küba, Nikaragua ve Bolivya gibi hükümetler bu eylemleri bölgesel istikrar açısından endişe verici bulurken; Kolombiya ve Dominik Cumhuriyeti gibi ülkeler ABD’yle güvenlik işbirliğini artırma eğilimindedir.
Trump yönetimi açısından operasyonların ardında yalnızca güvenlik değil, daha geniş jeopolitik kaygılar da bulunmaktadır. Venezuela’daki ekonomik kriz ve kitlesel göç hareketleri, ABD açısından hem sınır güvenliği hem de iç politika bağlamında önem taşımaktadır. Karayipler’deki askeri varlık, bu göç akınlarını kontrol altına alma aracı olarak da değerlendirilmektedir. Ayrıca bölgenin enerji koridorları üzerindeki stratejik önemi, bu operasyonlara ekonomik bir boyut kazandırmaktadır. Çin ve Rusya’nın son yıllarda Venezuela petrol sektöründeki artan etkinliği, Vaşington’un bölgesel politikasında ek bir etken oluşturmaktadır.
Bu saldırılar, Latin Amerika’da uzun süredir tartışılan “bölgesel güvenlik” anlayışını da yeniden gündeme taşımıştır. Tek taraflı askeri müdahaleler, Amerika kıtasında diplomatik çözüm arayışlarının etkinliğini zayıflatma potansiyeli taşımaktadır. Lima Grubu ve Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) gibi kurumların Venezuela krizine diplomatik bir çözüm üretmekte zorlanması, bu tür askeri girişimlerin siyasi alanı daralttığını göstermektedir.
Altıncı saldırı, ABD’nin Latin Amerika’ya yönelik askeri politikasında niteliksel bir değişimin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. “Narko-terörle mücadele” çerçevesinde yürütülen bu operasyonlar, uluslararası hukukun sınırlarını zorlayan bir niteliğe bürünmüştür. Bu gelişmelerin hukuki, bölgesel ve küresel düzeyde çeşitli sonuçları olabilir. Uluslararası toplum, operasyonları meşru müdafaa kapsamında görmeyebilir; bu da gelecekte Uluslararası Adalet Divanı’nda benzer olaylara emsal teşkil edebilir. Bölgesel düzeyde ise milliyetçi reflekslerin güçlenmesi ve Latin Amerika ülkeleri arasında yeni dayanışma biçimlerinin oluşması olasılığı bulunmaktadır. Küresel ölçekte ise Çin ve Rusya gibi aktörlerin Latin Amerika’daki varlığına meşruiyet kazandırabilecek yeni güvenlik mimarilerinin ortaya çıkması mümkündür.
Sonuç olarak 17 Ekim 2025 tarihindeki saldırı yalnızca bir deniz operasyonu değil, ABD’nin uluslararası güç projeksiyonunun sınırlarını test eden bir dönüm noktası olarak öne çıkmaktadır. Karayipler’de yaşanan bu gelişme, Latin Amerika’daki dengeleri hem askeri hem de diplomatik açıdan yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. Bu çerçevede önümüzdeki dönemde bölgedeki güvenlik mimarisi, sadece devletlerin askeri kapasiteleriyle değil, aynı zamanda uluslararası hukuk ve diplomasi arasındaki dengenin nasıl korunacağıyla da belirlenecektir.
Spot:
[i] “The U.S. Attacked a Sixth Vessel in the Caribbean and Survivors Are Reported for the First Time”, Guacamaya, 17 Oct. 2025, guacamayave.com/en/the-u-s-attacked-a-sixth-vessel-in-the-caribbean-and-survivors-are-reported-for-the-first-time/, (Erişim Tarihi: 19.10.2025).
[ii] Aynı yer.
[iii] Aynı yer.
[iv] United Nations. United Nations Convention on the Law of the Sea. United Nations, treaties.un.org/pages/ViewDetails.aspx?chapter=21&clang=_en&mtdsg_no=XXI-6, (Erişim Tarihi:19.10.2025).
[v] United Nations. Charter of the United Nations. 26 June 1945. Article 2, Paragraph 4. United Nations, https://www.un.org/en/about-us/un-charter/full-text, (Erişim Tarihi:19.10.2025).
