21. yüzyılın başından itibaren dijitalleşmenin hız kazanması, üretim modellerinde köklü dönüşümleri beraberinde getirerek Sanayi 4.0 sürecini küresel gündemin merkezine taşımıştır. Nesnelerin interneti (IoT), siber-fiziksel sistemler, büyük veri analitiği, yapay zekâ (AI), bulut bilişim ve artırılmış gerçeklik gibi teknolojiler; sadece sanayiyi değil, aynı zamanda devletlerin işleyişini, uluslararası ilişkileri ve hukuki çerçeveleri de yeniden şekillendirmektedir. Bu dönüşüm, teknik bir evrim olmanın ötesine geçerek uluslararası hukukun temel normları ve egemenlik kavramı üzerinde derin etkiler doğurmakta, yeni bir küresel düzen arayışını tetiklemektedir.
Sanayi 4.0, klasik üretim anlayışını otomasyonla buluştururken, dijital ikizlerden robotlaşmış fabrikalara kadar uzanan yeni bir üretim paradigması inşa etmektedir. Ancak bu paradigma sadece üretim sistemlerini değil; aynı zamanda devletlerin siber güvenlikten fikri mülkiyet haklarına, veri egemenliğinden askeri yapay zekâ uygulamalarına kadar genişleyen bir dizi yeni sorunu da beraberinde getirmektedir.
Yapay zekânın gelişimi, yalnızca üretim süreçlerinin dijitalleşmesini değil, aynı zamanda insan karar alma mekanizmalarının da dönüşümünü gündeme taşımaktadır. Bu bağlamda yapay zekânın özerk karar alabilen sistemler olarak sahneye çıkışı, hukuk devleti ilkesinin temeli olan insan sorumluluğu ve hesap verebilirlik prensiplerini sınamaya başlamıştır. Uluslararası hukuk, özellikle insan hakları, silahlı çatışmalar hukuku ve sorumluluk rejimleri bakımından, özerk sistemlerin fiillerini nasıl yorumlayacağı konusunda ciddi bir belirsizlik yaşamaktadır. Örneğin yapay zekâ destekli silah sistemlerinin bir sivili öldürmesi hâlinde sorumluluğun devlet mi yoksa sistem geliştiricisi şirket mi üzerinden tayin edileceği henüz açık değildir. Bu tür senaryolar, mevcut uluslararası hukukun yapay zekânın öngörülemezliğine karşı yeterli mi olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Bu anlamda Sanayi 4.0’ın ve onun ayrılmaz bir parçası hâline gelen yapay zekânın, hukukî literatürde “normatif boşluklar” olarak adlandırılan alanları genişlettiği söylenebilir.
Veri, Sanayi 4.0’ın stratejik kaynağı hâline gelmiş ve egemenliğin yeni biçimi olarak tanımlanmıştır. Dijitalleşmeyle birlikte veriye sahip olma kapasitesi, devletlerin yalnızca ekonomik değil aynı zamanda politik gücünü de belirlemeye başlamıştır. Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin “dijital egemenlik” kavramı üzerinden şekillendirdiği düzenlemeler, özellikle Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR) ve Yapay Zekâ Yasası (AI Act) ile küresel veri hukukuna yön verme çabası dikkat çekmektedir. Ancak ABD ve Çin gibi ülkelerin daha piyasa odaklı ve devlet destekli modeller benimsemesi, veri yönetiminde bir hukuk rekabeti yaratmaktadır. Bu durum, uluslararası hukukun küresel veri akışlarını denetleyici bir üst yapı kurma konusunda henüz yeterince etkin bir rejim üretemediğini ortaya koymaktadır. Uluslararası arenada egemenlik, artık sadece sınırların korunmasıyla değil; aynı zamanda dijital altyapının kontrolü, algoritmik şeffaflık ve veri işleme yetkinliğiyle yeniden tanımlanmaktadır.
Uluslararası hukukun geleneksel aktörleri olan devletler, Sanayi 4.0 bağlamında teknoloji şirketleriyle egemenlik yarışına girmiştir. Özellikle yapay zekâ geliştiren ve küresel veri akışını yöneten platformların (Google, Amazon, Baidu gibi) ulusötesi faaliyetleri, Vestfalya sonrası egemenlik anlayışını zayıflatmakta ve devlet dışı aktörlerin uluslararası hukuktaki konumunu güçlendirmektedir. Bu çerçevede yeni bir tür “dijital vekâlet savaşı” doğmakta, devletlerin güvenlik politikaları giderek teknoloji şirketlerinin çıkarlarıyla iç içe geçmektedir. Böyle bir ortamda, yapay zekânın savaş alanında veya kamu yönetiminde kullanımına dair kararları hangi etik normların yöneteceği sorusu aciliyet kazanmıştır. Zira bu sistemlerin algoritmik yanlılık veya şeffaflık eksikliği gibi sorunlar taşıdığı bilinmektedir. Bu durum, insan haklarının algoritmalar eliyle ihlal edilmesine karşı uluslararası toplumun ortak bir normatif zemin geliştirmesini zorunlu kılmaktadır.
Sanayi 4.0’ın dijitalleşme dalgası, aynı zamanda savaş hukukunda da kırılmalar yaratmaktadır. Örneğin, yapay zekâ tabanlı sistemlerle hedef tespiti yapan insansız hava araçlarının (İHA) sivillere zarar vermesi durumunda, orantılılık ve ayrım ilkesi gibi Cenevre Sözleşmelerinden doğan yükümlülüklerin nasıl denetleneceği hâlâ gri bir alandır. Otonom silah sistemleri (LAWS) ile ilgili BM çatısı altındaki tartışmalar, silahlı çatışmalar hukukunda yapay zekâ temelli normatif bir boşluk bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bu noktada insan kontrolünün ne ölçüde sistem içinde tutulması gerektiği sorusu, sadece teknik değil aynı zamanda etik ve hukuki bir meseleye dönüşmüştür. Uluslararası insancıl hukuk ilkelerinin bu yeni silah sistemlerine nasıl uygulanacağı hem savaşın doğasını hem de barış zamanındaki güvenlik rejimlerini etkileyen bir sorundur. Ayrıca yapay zekânın savaş alanında hedef ayrımı yapamaması hâlinde, komuta zinciri içinde yer almayan bir algoritmanın sebep olduğu zararın kimin sorumluluğunda olduğu meselesi de uluslararası hukuk açısından çözülmeyi beklemektedir.
Fikri mülkiyet rejimi de Sanayi 4.0 bağlamında dönüşmektedir. Yapay zekânın kendi başına patent üretmesi ya da özgün eserler yaratması durumunda, hak sahipliğinin kimde olacağı sorusu gündeme gelmektedir. Özellikle müellifin insan olduğu varsayımına dayanan telif hakkı hukukunda, üretici yapay zekâ sistemlerinin eseri üzerinde hak iddia edebilmesi için hukuki bir zemin henüz bulunmamaktadır. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) tarafından başlatılan tartışmalar, bu alanda da küresel bir düzenlemeye olan ihtiyacı ortaya koymaktadır. Öte yandan bu sistemlerin farklı yargı çevrelerinde farklı yorumlara tabi tutulması, dijital ürünlerin global dolaşımını zorlaştırmakta ve çok taraflı hukuk rejimlerinin önemini artırmaktadır. Bu çerçevede yapay zekâ çağında fikri mülkiyetin yeniden tanımlanması hem ekonomik rekabeti hem de teknoloji transferini etkileyen stratejik bir meseledir.
Sanayi 4.0 bağlamında siber güvenlik sorunu, uluslararası hukuk açısından giderek merkezi hâle gelmektedir. Devletlerarası ilişkilerde siber saldırılar artık yeni bir savaş yöntemi olarak kullanılmakta ve bu saldırıların hangi durumda “silahlı saldırı” sayılacağı konusu uluslararası hukukta ciddi bir tartışma konusudur. NATO, Tallinn Manual aracılığıyla bu konudaki ilk girişimleri başlatmış olsa da BM nezdinde bağlayıcı bir düzenleme hâlâ oluşturulmuş değildir. Bu bağlamda uluslararası toplumun siber uzayda egemenlik hakkı, siber saldırılara karşı meşru müdafaa, saldırının izlenebilirliği ve zararın tazmini gibi konularda ortak normlar geliştirmesi elzemdir. Aksi takdirde siber uzayda cezasızlık kültürü derinleşecek ve uluslararası barış ciddi biçimde tehdit altına girecektir.
Sanayi 4.0 ile birlikte devletlerin dış politika ve diplomasi araçları da dönüşüm geçirmektedir. Dijital diplomasi, kamu diplomasisi, bilgi savaşı ve sosyal medya üzerinden gerçekleştirilen manipülasyonlar; artık uluslararası ilişkilerin ayrılmaz parçalarıdır. Bu gelişmeler, “bilgi egemenliği” kavramını doğurmakta ve dezenformasyonla mücadeleyi bir dış politika önceliği hâline getirmektedir. Özellikle seçim süreçlerine müdahale, dijital casusluk ve sahte haber üretimi gibi tehditler, uluslararası hukuk açısından hem müdahale yasağına hem de dostane ilişkiler ilkesine meydan okumaktadır. Bu nedenle dijital diplomasinin hukuki sınırlarının çizilmesi, teknolojinin jeopolitik bir silah hâline dönüşmesini engellemek adına stratejik bir önem taşımaktadır.
Sonuç olarak Sanayi 4.0 sadece ekonomik ve teknolojik bir devrim değil, aynı zamanda uluslararası hukukun sınırlarını zorlayan çok katmanlı bir dönüşümdür. Yapay zekâ, siber sistemler ve veri temelli üretim modelleri; egemenlik, sorumluluk, şeffaflık ve insan hakları gibi uluslararası hukukun temel ilkelerini yeniden yorumlamaya zorlamaktadır. Bu bağlamda küresel toplumun önünde üç temel görev bulunmaktadır: normatif boşlukları doldurmak, devletler ile teknoloji şirketleri arasında yeni bir sorumluluk dengesi kurmak ve insan onurunu merkeze alan etik normlarla uluslararası hukuk rejimini güncellemek. Bu süreçte uluslararası kuruluşların, akademik çevrelerin ve sivil toplumun işbirliği, sadece hukuki değil, aynı zamanda ahlaki bir zorunluluktur. Aksi hâlde Sanayi 4.0’ın sunduğu teknolojik olanaklar, insanlığın hukuki kazanımlarını gölgede bırakabilir.