Avrupa’da son dönemde gözlemlenen ve giderek sertleşen savaş söylemi, salt uluslararası gerilimlerin bir yansıması değildir. Aksine bu söylem, Avrupalı siyasi elitlerin toplumsal zihniyeti yeniden şekillendirmeyi amaçladığı daha geniş bir stratejik iletişim stratejisinin bileşenidir. Nitekim Rusya’nın Ukrayna işgali, Avrupa güvenlik mimarisinde derin bir kırılma yaratsa da liderlerce sıklıkla vurgulanan “savaşa hazırlık”, “toplumsal dayanıklılık” ve “jeopolitik direnç” gibi kavramlar, somut tehdit algısını aşan bir psikopolitik yönlendirme sürecine işaret etmektedir.
Bu yönlendirme, sadece söylemsel düzeyde değil, somut politikalar ve kurumsal uygulamalarla da güçlendirilmiştir. Özellikle Almanya ve Fransa, savaş söyleminin giderek kurumsallaştığı iki temel merkez haline gelmiştir. Almanya’da Federal Sivil Koruma Kurumu’nun yıllar sonra ilk kez yayımladığı resmi acil durum uyarısında halka “yiyecek–içecek stoğu yapma” çağrısında bulunulması, hükümetin sığınak altyapısını yeniden inşa etmeye dönük projeler açıklaması ve milyonlarca haneye kriz hazırlığı tavsiye etmesi, savaş söyleminin gündelik hayata taşındığını göstermektedir. Aynı zamanda Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un sık sık yaptığı “Avrupa, birkaç yıl içinde savaşa hazırlanmalı” yönündeki açıklamalar, devletin en üst düzeyde alarm seviyesini toplumsal bilince yerleştirme çabasının bir parçasıdır.
Fransa’da ise Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2023 yılından itibaren dile getirdiği “savaş ekonomisi” söylemi, Paris’in savunma sanayisini olağanüstü üretim moduna geçirmeyi hedeflediğini açıkça ortaya koymuştur. Macron’un “Fransa artık bir savaş ekonomisi içinde düşünmek zorundadır” ifadesi, yalnızca Rusya’nın oluşturduğu tehditten değil, Avrupa’nın küresel düzeyde stratejik kırılganlıklarından kaynaklanan daha derin bir güvenlik dönüşümüne işaret etmektedir. Fransa, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) doğu kanadına asker takviyesini artırmış, Baltık ülkelerine sürekli askeri varlık göndermiş ve Ukrayna’ya yönelik askeri destek kapasitesini genişleten büyük ölçekli üretim programlarına başlamıştır. Bunun yanında Paris, askerlik hizmetinin yeniden yapılandırılması ve genç kuşaklara yönelik zorunlu yurttaşlık-eğitimi programlarını “jeopolitik bilinç” gerekçesiyle güncellemiştir.
Bunun yanında Avrupa Birliği Komisyonu’nun 450 milyon vatandaşa yönelik “en az 72 saatlik acil durum stoğu bulundurma” tavsiyesi ise savaş söyleminin artık yalnızca askeri ve diplomatik kurumlarla sınırlı olmadığını, doğrudan toplumun gündelik yaşam pratiklerine yayılan yeni bir sivil seferberlik anlayışına dönüştüğünü göstermektedir.
Savaş söyleminin bu denli yaygınlaşmasının arkasında öncelikle tehdit algısının yönetilmesi ve süreklileştirilmesi bulunmaktadır. Avrupa toplumları uzun süredir güvenlik konularında düşük yoğunluklu bir tehdit algısına sahipti. Ancak günümüzde siyasal liderlik, Rusya’nın askeri kapasitesini, NATO’nun varoluşsal önemini ve Avrupa’nın savunma kırılganlıklarını sürekli gündemde tutarak toplumu yüksek alarm düzeyine uyumlu hâle getirmeye çalışmaktadır.
Bu çerçevede Baltık ülkeleri ve Polonya, Rusya’yı varoluşsal bir tehdit olarak tanımlayan açıklamalarını yoğunlaştırmış ve toplumlarını “her an gerçekleşebilecek bir çatışmaya” hazırlayan söylemi olağanlaştırmıştır. Letonya Savunma Bakanı’nın “Savaştan kesinlikle kaçınamayız, buna hazır olmalıyız” şeklindeki açıklaması ve Estonya’nın zorunlu askerlik sistemini genişletmeye yönelik adımları, bu stratejik yönlendirmenin somut örnekleridir. Polonya’nın savunma bütçesini GSYH’nin %4’üne çıkararak Avrupa’nın en yüksek oranına ulaşması, toplumun sürekli yüksek tehdit düzeyine uyumlandırıldığı bir güvenlik ortamı yaratmaktadır.
Bu söylem yalnızca savunma bütçelerinin artırılmasını değil, aynı zamanda Avrupa güvenlik yapılanmasının köklü biçimde dönüşmesini de kolaylaştırmaktadır. Stratejik özerklik tartışmaları, NATO’nun doğu kanadının güçlendirilmesi, AB içinde ortak savunma projelerine ayrılan fonların yükseltilmesi ve özellikle Berlin ile Paris’in savunma entegrasyonunu derinleştirme yönündeki çabaları, Avrupa halkının zihinsel olarak yeni bir güvenlik paradigmasına hazırlanmasıyla paralel ilerlemektedir.
Almanya’nın 100 milyar avroluk özel savunma fonu, Bundeswehr’in modernizasyonunu Soğuk Savaş sonrası en radikal biçimde yeniden şekillendirmekte, Fransa’nın Rafale ve insansız sistemlere yönelik dev üretim planı da benzer bir dönüşümü temsil etmektedir. Bu iki Avrupa gücü, kıtanın savunma mimarisini birlikte belirleme konusunda yeniden öncü aktörlere dönüşmektedir.
Savaş söyleminin psikopolitik işlevi yalnızca dış politikayla sınırlı değildir. Aynı zamanda iç politikada da yönetilebilirlik kapasitesini artıran bir araç olarak kullanılmaktadır. Ekonomik durgunluk, enerji maliyetleri, göç yönetimi ve toplumsal kutuplaşma gibi Avrupa’nın iç sorunları karşısında güvenlik merkezli söylemin öne çıkarılması, dikkatleri iç sorunlardan dış tehditlere yönlendirmekte ve siyasal meşruiyeti tahkim etmektedir. Almanya, Fransa ve İskandinav ülkelerinde yöneticiler, “toplumsal dayanıklılık” ve “krizlere hazırlık” kavramlarını sıklaştırarak kitleleri ekonomik fedakârlıklara hazırlamakta, artan savunma harcamalarını meşrulaştırmakta ve yönetimsel istikrarı pekiştirmektedir.
Avrupa’daki savaş söyleminin arka planında aynı zamanda kıtanın uzun süredir yaşadığı kimlik krizi ve küresel sistemdeki güç kaymasını okuma biçimi bulunmaktadır. Demografik dönüşüm, ekonomik rekabet gücünün zayıflaması, enerji bağımlılığı ve küresel güç merkezlerinin doğuya kayması karşısında Avrupa, kendisini yeniden tanımlama çabasına girmiştir. Bu bağlamda savaş söylemi, bir yandan dış tehdidi somutlaştırırken diğer yandan Avrupa kimliğini yeniden inşa etmeye yönelik bir “birlik anlatısı” üretmektedir.
Tüm bu unsurlar bir arada değerlendirildiğinde Avrupa’da yükselen savaş söylemi, kısa vadeli siyasi tepkilerin veya anlık güvenlik kaygılarının ötesine geçen kapsamlı bir psikolojik hazırlık stratejisini yansıtmaktadır. Avrupa halkı, yeni bir jeopolitik dönemin gerektirdiği fedakârlıklara, artırılmış savunma harcamaları, askeri entegrasyon, ekonomik bedeller, kriz stokları ve toplumsal seferberlik aşamalı olarak alıştırılmaktadır. Bu nedenle savaş söylemi, yalnızca mevcut uluslararası krizlere verilen bir tepki değil, Avrupa’nın yeni güvenlik düzenini kurarken ihtiyaç duyduğu toplumsal rızayı üretme biçimidir. Almanya ve Fransa’nın liderlik ettiği bu çok boyutlu rıza üretim süreci, kıtanın gelecekteki jeopolitik konumlanmasını belirleyici bir rol oynamaya devam edecektir.
