Uluslararası sistemin İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yerleşik kodları 2025 yılının sonuna geldiğimiz şu günlerde tarih kitaplarında okutulan o eski nizamdan tamamen kopmuş durumdadır. Donald Trump’ın Beyaz Saray’daki ikinci döneminin ilk yılını tamamlaması, Washington ile Brüksel arasındaki kadim kader birliğini sona erdiren nihai darbe niteliğindedir. Atlantik’in iki yakası coğrafi olarak yerinde dursa da zihniyet haritalarında birbirinden oldukça uzaklaşmıştır.
Emmanuel Macron’un yıllar evvel NATO için sarf ettiği ve o dönemde büyük tepki çeken beyin ölümü teşhisi bugün bizzat ittifakın lideri konumundaki Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından atılan adımlarla doğrulanmaktadır. Batı bloğu, dışarıdan gelen bir tehditle yıkılmaktan ziyade kendi iç dinamiklerindeki uyuşmazlık, vizyonsuzluk ve çıkar çatışmalarıyla ontolojik bir krizin girdabına sürüklenmektedir. Washington yönetiminin son on iki aydır sergilediği pratikler, ‘Önce Amerika’ söyleminin basit bir popülist slogan olmaktan çok daha öte Amerikan devlet aklının yeni işletim sistemi haline geldiğini kanıtlar niteliktedir.
ABD, küresel jandarmalık vazifesini kendisine mali yük getiren gereksiz bir angajman olarak görmekte ve müttefiklik kavramını ise tamamen ticari bir bilançoya, yani al-ver ilişkisine indirgemektedir. Amerikan dış politikasındaki bu radikal eksen kayması, güvenlik mimarisini seksen yıldır Washington’a ihale etmiş olan Avrupa başkenti sakinlerini derin bir şok dalgasıyla sarsmaktadır. Refahını ucuz enerjiye, güvenliğini Amerikan nükleer şemsiyesine, kalkınmasını ise kurallara dayalı küresel ticarete borçlu olan Avrupa; bu üç sütunun birden çökmesiyle karşı karşıya kalmıştır.
Trump’ın NATO bütçesine katkı sunmayan üyeleri açıkça hedef alması ve İttifak’ın 5. Maddesi’ni koşullu hale getiren söylemleri caydırıcılık doktrinini temelden sarsmaktadır. Bu durum, Rusya tehdidini ensesinde hisseden Baltık ülkeleri ve Polonya nezdinde varoluşsal bir travma yaratırken Almanya ve Fransa gibi kıta liderlerini hayata geçirilmesi on yıllar alabilecek Avrupa Ordusu gibi ütopik arayışlara mecbur bırakmaktadır. Ne var ki ekonomik durgunlukla boğuşan, sanayi üretimi gerileyen ve yaşlanan nüfusuyla sosyal güvenlik sistemi çatırdayan Avrupa devletlerinin devasa savunma bütçelerini finanse edebilmesi iktisadi rasyonalite bakımından imkansıza yakındır.
Meselenin iktisadi boyutu ise güvenlik krizinden çok daha yıkıcı, çok daha sarsıcı etkiler doğurabilecek potansiyeldedir. Beyaz Saray’ın ulusal güvenlik gerekçesiyle Avrupa Birliği menşeli çelik, alüminyum ve otomotiv ürünlerine getirdiği ek gümrük vergileri; Atlantik ittifakını müttefiklerin birbirini boğazladığı bir ticaret savaşı sahasına çevirmiştir. Washington, Çin’le yürüttüğü küresel hegemonya mücadelesinde Avrupa’yı yanında duracak bir ortak olarak görmekten vazgeçmiş ve aksine hizaya getirilmesi, pazar payı daraltılması gereken bir ekonomik rakip olarak kodlamıştır.
ABD hazinesi, doların küresel rezerv para olma ayrıcalığını acımasız bir silah gibi kullanmakta olup Avrupalı şirketleri dahi iktisadi yaptırımlarla tehdit ederek kendi yörüngesinde tutmaya çalışmaktadır. Bu yaklaşım, 1944 Bretton Woods konferansından bu yana süregelen liberal ekonomik düzenin tabutuna çakılan son çivi olmakla kalmayıp gücü yetenin kural koyduğu vahşi, kuralsız bir merkantilizmin kapılarını ardına kadar açmaktadır. Avrupa sanayisi yüksek enerji maliyetleri ve Amerikan korumacılığı cenderesinde sıkışmaktadır. Ayrıca küresel şirketlerin üretim üslerini Amerika’ya yahut Asya’ya kaydırması Kıta Avrupası’nda sanayisizleşme tehlikesini somutlaştırmaktadır. Bu süreç Avrupa siyasetinde merkez partilerin erimesine, aşırı sağın ve sistem karşıtı hareketlerin yükselişine zemin hazırlamakta olup siyasi istikrarsızlığı kronik ve baş edilemez bir hastalığa dönüştürmektedir.
Ukrayna Krizi’nde izlenen yol haritası da bu büyük kopuşun sahadaki en net tezahürüdür. Trump yönetimi, Kiev yönetimini ve Brüksel bürokrasisini tamamen devre dışı bırakarak Moskova’yla doğrudan diyalog kanalları kurmuş ve söz konusu savaşı ne pahasına olursa olsun bitirme iradesi göstermiştir. Washington’ın bu hamlesi, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünden taviz verilmesi anlamına gelse dahi Amerikan vergi mükelleflerinin parasını denizaşırı sonsuz savaşlara harcamama kararlılığı Beyaz Saray’ın öncelikli motivasyonudur.
Bu durum Avrupa Birliği içinde Rusya’yı yenilgiye uğratmak isteyenler ile barışa razı olanlar arasında onarılması güç bir çatlak oluşturmaktadır. Doğu Avrupa ülkeleri, Amerikan garantörlüğünün sona ermesiyle kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalacaklarını idrak etmekte ve panik halinde bölgesel silahlanma yarışına hız vermektedir. Batı bloğunun kendi içindeki bu yapısal çözülme, kafa karışıklığı ve fetret devri, Türkiye açısından ciddi riskler barındırmakla beraber aynı zamanda muazzam jeopolitik fırsat pencereleri de aralamaktadır.
Ankara, yıllardır ısrarla savunduğu milli savunma sanayii ve stratejik özerklik doktrininin çok isabetli bir yaklaşım olduğunu bugün çok daha berrak bir şekilde görmektedir. Washington ve Brüksel arasındaki güven bunalımı, Türkiye’nin bölgesel bir güç merkezi olarak konumunu tahkim etmesine ve etki alanını genişletmesine olanak tanıyabilir. ABD’nin Ortadoğu ve Afrika’dan kısmen çekilmesi yahut ilgisini tamamen Asya-Pasifik havzasına kaydırması Türkiye’nin yakın çevresindeki nüfuz boşluklarını doldurması için uygun bir zemin yaratmaktadır. Bilhassa Suriye, Irak ve Libya gibi kronikleşmiş dosyalarda Amerikan baskısının azalması Ankara’nın kendi milli güvenlik öncelikleri doğrultusunda daha proaktif ve sonuç odaklı adımlar atmasını kolaylaştırabilir.
Buna ek olarak Türkiye, Batı ittifakının içine düştüğü bu krizde vazgeçilmez dengeleyici rolünü üstlenebilecek yegâne aktör konumundadır. Ankara’nın hem Washington ile pragmatik, çıkara dayalı rasyonel bir ilişki sürdürebilmesi hem de Avrupa’nın güvenlik endişelerine cevap verebilecek askeri kapasiteye ve lojistik imkanlara sahip olması, onu oyun kurucu bir pozisyona yükseltmektedir. Avrupa, Amerika’nın bıraktığı güvenlik boşluğunu doldurmak, güney kanadını sağlama almak adına Türkiye’nin gelişmiş savunma sanayisine, disiplinli ordusuna ve diplomatik tecrübesine her zamankinden daha fazla muhtaç kalabilir.
Bu yeni konjonktür, Ankara-Brüksel ilişkilerini yıllardır buz dolabında bekletilen üyelik müzakereleri gibi sonuçsuz süreçlerden çıkarıp güvenlik, enerji ve savunma ortaklığı temelinde çok daha gerçekçi, çok daha işlevsel bir zemine taşıyabilir. Türkiye’nin Afrika ve Orta Asya’daki artan yumuşak gücü de hammadde ve enerji koridorları arayışındaki Batı sermayesi için kritik ve oldukça hayati bir önem arz etmektedir.
Tablonun bütününe bakıldığında şahit olduğumuz süreç, Batı ittifakının bütün ve sarsılmaz bir blok olduğu mitinin iflas ettiğini ve devletlerin kendi başının çaresine bakma ilkesine geri döndüğünü göstermektedir. Washington’ın izolasyonist politikalara dönüşü, küresel sistemdeki güç merkezlerinin çeşitlenmesine ve ittifakların esnekleşmesine sebebiyet vermektedir.
Bu yeni, kaotik ve belirsiz denklemde ayakta kalacak olanlar köhne, işlevsiz ittifaklara körü körüne bağlı kalanlar olmaktan uzaklaşıp esnek, hızlı karar alabilen, çok yönlü diplomasi yürütebilen ve kendi göbeğini kesebilen devletler olacaktır. Ankara, bu yeni dönemin kodlarını, işaretlerini yıllar öncesinden okuyarak hazırlıklarını buna göre yapmış olup savunma sanayisinden enerji çeşitliliğine kadar altyapısını bu vizyonla örmüş bir aktör olarak sahnede yerini almaktadır.
Türkiye’nin önündeki yol şüphesiz mayınlarla ve risklerle doludur. Lakin tarihsel devlet aklı, coğrafi kaderi ve jeopolitik birikimi, bu kaotik geçiş sürecini bir yükseliş hikayesine dönüştürebileceğine işaret etmektedir. Küresel siyasetin bu yeni evresinde müttefiklik kavramı yerini anlık işbirliklerine, sadakat kavramı ise yerini karşılıklı menfaate bırakmaktadır. Türkiye de bu realiteye uygun bir rasyonel duruş sergileyerek Doğu ile Batı arasında sıkışan bir kenar ülke olmaktan çıkıp her iki taraf için de anahtar rolü oynayan, vazgeçilmez bir merkez ülke olma hedefine doğru emin ve kararlı adımlarla yürümektedir.
