Küresel diplomasi trafiğinin en yoğun kavşaklarından biri olan ve 10-21 Kasım 2025 tarihlerinde Brezilya’nın Amazon havzasındaki Belém şehrinde düzenlenen[i] Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı (COP30), beklenenin aksine çevresel bir uzlaşı zemini olmaktan çok öte Küresel Güney ile Batı bloğu arasındaki jeopolitik hesaplaşmanın en sert sahnesine dönüşmüştür. İklim krizinin salt bir ekolojik felaket senaryosu olmaktan çıkıp devletlerin bekasını ilgilendiren bir ulusal güvenlik meselesi haline geldiği bu yeni dönemde “Yeşil Dönüşüm” kavramı da masumiyetini yitirmektedir.
Dünya, fosil yakıtlara dayalı enerji denklemini terk etmeye hazırlanırken petrol varillerinin yerini lityum bataryalarının, doğalgaz boru hatlarının yerini ise kobalt ve nikel tedarik zincirlerinin aldığı çok daha acımasız ve çok daha çetin bir mücadele sahasına girmektedir. Bugün itibariyle enerjideki bu paradigma değişiminin barışçıl bir geçiş sürecinden ziyade hammaddeye hükmedenlerin küresel nizama yön vereceği yeni bir sömürgecilik çağını, yani diğer adıyla “Yeşil Emperyalizm” dönemini başlattığını göstermektedir.
Brezilya Devlet Başkanı’nın ev sahipliğinde toplanan Küresel Güney ülkeleri, zirve boyunca Batı’nın dayattığı karbon nötr hedeflerini kalkınmayı engelleme stratejisi olarak nitelendirmiş[ii] ve tarihin en örgütlü itirazını yükseltmiştir. Bilhassa Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya devletleri, topraklarından çıkarılan kritik minerallerin ham halde ve yok pahasına Batı pazarlarına transfer edilmesini reddetmektedir. Bu devletler, madenlerin işlenmesi ve katma değerli ürünlere dönüştürülmesi süreçlerinin kendi topraklarında gerçekleştirilmesi şartını koşarak küresel tedarik zincirinde edilgen bir hammadde deposu olma rolünü elinin tersiyle itmektedir.
Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Şili, Endonezya ve Bolivya gibi kritik mineral zengini ülkelerin bir araya gelerek Maden İhraç Eden Ülkeler Örgütü (Mineral OPEC) benzeri bir kartel oluşturma girişimleri Brüksel ve Washington koridorlarında büyük bir tedirginlik yaratmaktadır. Zira elektrikli araçlardan savunma sanayiine, yenilenebilir enerji türbinlerinden dijital teknolojilere kadar 21. yüzyılın bütün kritik sektörleri bu nadir toprak elementlerine ve stratejik madenlere temelden bağlıdır.
Bu yeni hammadde savaşlarının merkezinde ise şüphesiz Çin Halk Cumhuriyeti durmaktadır. Pekin yönetimi, on yıllardır ilmek ilmek ördüğü stratejiyle nadir toprak elementlerinin çıkarılmasında olmasa bile işlenmesinde ve rafine edilmesinde küresel kapasitenin yüzde seksenine yakınını kontrol etmektedir. Batı dünyası, petrol bağımlılığından kurtulmaya çalışırken farkında olmadan Çin’e bağımlı hale gelmiştir. Çin’in tedarik zincirindeki bu tekel konumu, ona Washington ile yürüttüğü hegemonya mücadelesinde çok işlevsel ve caydırıcı bir koz vermektedir.
Pekin’in 2025 yılı içerisinde galyum ve germanyum gibi çip üretiminde hayati öneme sahip elementlerin ihracatına getirdiği kısıtlamalar Avrupa ve Amerikan teknoloji devlerini üretim bantlarını durdurma noktasına getirmiştir. Bu durum, serbest piyasa kurallarının rafa kalktığı ve devlet kapitalizminin kuralları belirlediği yeni bir dönemin habercisidir. Batı başkentleri, Çin’i bypass edecek alternatif tedarik rotaları oluşturmak adına Afrika ve Orta Asya ülkelerine yönelik diplomatik kuşatma harekâtına girişmiş olsa da Pekin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında bu bölgelerde kurduğu altyapı ağı, söz konusu çabaları büyük ölçüde akamete uğratmaktadır.
Enerji jeopolitiğindeki bu derin kayma, Türkiye Cumhuriyeti için de riskleri ve fırsatları beraberinde getiren karmaşık bir denklem sunmaktadır. Ankara, fosil yakıtlar döneminde bir enerji koridoru ve terminal ülke olma stratejisini başarıyla yürütmüş ve bu süreçte Doğu’nun kaynaklarını Batı’nın pazarlarına taşıyan boru hatlarıyla jeostratejik önemini pekiştirmiştir. Lakin kritik mineraller çağı, boru hatlarından ziyade maden sahalarına erişimi, işleme tesislerini ve güvenli lojistik ağlarını gerektirmektedir.
Türkiye’nin bu yeni dönemdeki en büyük avantajı, Afrika kıtasında son yirmi yılda inşa ettiği kazan-kazan odaklı, insani ve derinlikli ilişkiler ağıdır. Batı’nın sömürgeci geçmişi karşısında Türkiye’nin sunduğu eşit ortaklık modeli, Afrika başkentlerinde büyük bir sempati görmektedir. Sahel kuşağından Doğu Afrika steplerine uzanan hatta Türk firmalarının maden ruhsatları edinmesi ve yerel halkla kurduğu güzel ilişkiler, Ankara’yı klasik sömürgeci güçlerden ayırarak hammadde yarışında ahlaki ve stratejik bir üstünlüğe taşımaktadır.
Enerji denkleminin diğer ayağında ise Türk Devletleri Teşkilatı mekanizması jeopolitik bir kaldıraç işlevi görmektedir. Kazakistan, Özbekistan ve Kırgızistan toprakları uranyum, altın ve bakır gibi geleneksel kıymetlerin ötesinde dijital çağın petrolü sayılan nadir elementlere ev sahipliği yapmaktadır. Ankara’nın bu coğrafyayla geliştirdiği Ortak Enerji ve Maden Stratejisi, Hazar geçişli Orta Koridor’u basit bir lojistik hat olmaktan çıkarıp küresel tedarik zincirinin can damarına dönüştürmektedir.
Asya’nın minerallerini Avrupa sanayisine ulaştırma kapasitesi Türkiye’yi güvenli bir liman haline getirmektedir. Bilhassa Eskişehir Beylikova sahasındaki keşif, dünyanın en büyük ikinci rezervi olarak tescillenmiş olup bu sahanın işletime alınması Türkiye’nin ithalatçı kimliğinden sıyrılıp teknoloji ihraç eden bir oyun kurucuya evrilme sürecini hızlandırmaktadır. Mevcut rezerv potansiyeli Türkiye’nin elini hem Batı ittifakı nezdinde hem de bölgesel güç rekabetinde muazzam ölçüde güçlendirmektedir.
COP30 sonrası iklim diplomasisi, gezegeni kurtarma idealizminden sıyrılıp devletlerin sanayi kapasitelerini koruma refleksine bürünmüş vaziyettedir. Avrupa Birliği’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması gibi araçları devreye sokması literatüre “Yeşil Korumacılık” kavramını sokarken gelişmekte olan ülkelerin önüne görünmez duvarlar örmektedir. Dünya Ticaret Örgütü kurallarının fiilen askıya alındığı bu süreçte ticaret bloklaşmaktadır. Türkiye ise Gümrük Birliği modernizasyonu ve Yeşil Mutabakat uyum süreciyle sanayisini yeni standartlara adapte etmeye gayret gösterirken diğer taraftan alternatif pazar arayışlarını sürdürmektedir.
2025 yılının son günlerinde karşılaştığımız tablo net olup güç hiyerarşisi artık petrol varilleri üzerinden okunmamaktadır. Yeni dönemde belirleyici faktör kimin batarya teknolojilerine, çip hammaddelerine ve yenilenebilir enerji altyapısına hükmettiği sorusudur. Belém Zirvesi, Küresel Güney’in bu gerçeği idrak ettiğini ve masada menü olmaktansa kurucu aktör olmayı talep ettiğini ilan etmiştir.
Türkiye; coğrafi konumu, diplomatik esnekliği ve üretim kapasitesiyle bu kaotik hammadde savaşlarında taraf tutmak yerine Kuzey-Güney ve Doğu-Batı ekseninde dengeleyici ve dönüştürücü bir merkez güç vizyonunu sahaya sürmektedir. Ankara’nın Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan gönül ve çıkar coğrafyasındaki varlığı onu bu yeni enerji denkleminin vazgeçilmez aktörlerinden biri kılmaktadır. Gelecek, toprağın altındaki cevheri çıkaranların değil, o cevheri akılla, teknolojiyle ve adil bir paylaşımla işleyebilenlerin olacaktır.
[i] “What did COP30 achieve?”, European Commission, 1 Aralık 2025, https://climate.ec.europa.eu/news-other-reads/news/what-did-cop30-achieve-2025-12-01_en, (Erişim Tarihi: 16.12.2025).
[ii] “Speech by President Lula at the Opening of COP30, in Belém”, Brezilya Hükümet Resmi Sitesi, 10 Kasım 2025, https://shorturl.at/E5Y4G,(Erişim Tarihi: 16.12.2025).
