Analiz

İklim, Güvenlik ve Su: Yeni Bir Küresel Güvenlik Paradigması

Su, bir yaşam kaynağı olmanın ötesine geçerek çatışma, kontrol ve hatta terör unsuru hâline gelmiştir.
“Hidroterör” olarak tanımlanabilecek yeni bir şiddet biçimi, özellikle kırılgan bölgelerde giderek daha fazla stratejik ve operasyonel değere sahip olmaktadır.
İklim değişikliğiyle birleşen su krizleri, yeni bir küresel güvenlik paradigmasının doğmasına neden olmaktadır.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Günümüz dünyasında güvenlik paradigması, klasik tehdit tanımlarının ötesine geçmiş ve ulus-devlet sınırlarını aşan, karmaşık ve çok boyutlu krizlere evrilmiştir. Savaşların ve çatışmaların biçimi değişirken güvenliği tehdit eden unsurlar artık sadece silahlı güçler, terör örgütleri veya nükleer programlarla sınırlı değildir. Bu dönüşümün en çarpıcı örneklerinden biri, su kaynaklarının stratejik bir araç olarak kullanılmasıdır. Su, bir yaşam kaynağı olmanın ötesine geçerek çatışma, kontrol ve hatta terör unsuru hâline gelmiştir. Bu bağlamda “hidroterör” olarak tanımlanabilecek yeni bir şiddet biçimi, özellikle kırılgan bölgelerde giderek daha fazla stratejik ve operasyonel değere sahip olmaktadır.

İklim değişikliği, suya erişimi doğrudan tehdit eden en temel faktördür. Yükselen sıcaklıklar, düzensizleşen yağış rejimleri, buharlaşma oranlarındaki artış ve çölleşme süreçleri hem yüzey hem de yer altı sularının azalmasına neden olmaktadır. Bu da gıda üretiminden içme suyuna kadar geniş bir yelpazede ciddi riskler doğurmaktadır. Kuraklık, yalnızca tarımsal üretimi değil, toplumsal dengeleri de bozmaktadır. Tarım alanlarının verimsizleşmesi, kırsal nüfusun kentlere göçünü tetiklemekte; su kıtlığı nedeniyle etnik ve mesleki gruplar arasında çatışmalar artmakta, altyapısı yetersiz bölgelerde hijyen koşulları çökerek salgın hastalık riskleri çoğalmaktadır.

Bu ekolojik zemin üzerinde gelişen güvenlik riskleri, artık silahlı aktörler tarafından taktiksel olarak da kullanılmaktadır. Suyun bir silah hâline gelmesi, onu hem fiziksel hem psikolojik savaşın bir parçasına dönüştürmektedir. Barajların yıkılması, içme suyu altyapılarının sabote edilmesi, su hatlarının kontrol altına alınarak sivillere erişimin engellenmesi gibi yöntemler, savaşın kurallarını yeniden yazmaktadır. Bu bağlamda su, hedef değil araçtır; karşı tarafı yıldırmak, teslim almak veya bölgesel kontrol sağlamak için kullanılan stratejik bir baskı enstrümanıdır. Bu durum özellikle devlet kontrolünün zayıf olduğu, altyapı sistemlerinin kırılganlaştığı, yerel toplulukların hayatta kalma mücadelesi verdiği bölgelerde etkili bir taktik olarak öne çıkmaktadır.

Söz konusu tehdit biçimi en çok Sahra Altı Afrika’nın Sahel kuşağında somutlaşmaktadır. Mali, Nijer, Burkina Faso ve Çad gibi ülkelerde iklim kaynaklı kuraklık, devletlerin hizmet sunma kapasitesini zayıflatırken; yerel düzeyde silahlı gruplar, suya erişimi kontrol altına alarak meşruiyet devşirmekte ve topluluklar üzerinde hegemonik etkiler kurabilmektedir. Su kuyularını kontrol eden yapılar, sadece kaynak değil aynı zamanda sadakat de toplamaktadır. Bu gruplar, devletten daha etkin hizmet sunar hâle gelmekte, bu da devletin otoritesini zayıflatarak parçalanmış yönetim alanları doğurmaktadır. Böyle bir ortamda suyun silah olarak kullanımı sadece fiziksel yıkım değil, toplumsal çözülme ve siyasal erozyon anlamına da gelmektedir.

Bu tehdit yalnızca Afrika’ya özgü değildir. Orta Doğu’da, Güney Asya’da, Latin Amerika’da ve Orta Asya’da da benzer örnekler görülmeye başlanmıştır. Mezopotamya havzasında baraj projeleri nedeniyle ortaya çıkan gerilimler, Nil Nehri’nin yukarı havzasındaki ülkeler ile aşağı havzadaki ülkeler arasında yıllardır süren su anlaşmazlıkları, Himalaya eteklerinde Çin-Hindistan-Pakistan arasında şekillenen hidro-politik gerilimler, suyun bir uluslararası rekabet unsuruna dönüştüğünü açıkça göstermektedir. Tüm bu gelişmeler, suyun 21. yüzyılın petrolü olacağına dair öngörüleri doğrulamaktadır. Ancak petrole kıyasla suyun özelliği şudur: yaşam için vazgeçilmez olması. Su yalnızca stratejik değil, varoluşsaldır.

Uluslararası hukukun yetersizliği de kritik bir sorun olarak öne çıkmaktadır. Mevcut su sözleşmeleri, büyük ölçüde devletler arası su paylaşımına odaklanmaktadır. Dolayısıyla suyun bir savaş aracı olarak kullanılmasını doğrudan yasaklayan ya da cezalandıran bir bağlayıcı çerçeve bulunmamaktadır. 1997 tarihli Birleşmiş Milletler Sınıraşan Su Yolları Sözleşmesi, iyi niyet, adil kullanım ve veri paylaşımı gibi ilkeleri esas alsa da bu ilkelerin ihlaline karşı güçlü bir yaptırım mekanizması öngörmemektedir. Ayrıca bu sözleşmeye taraf olmayan birçok ülke bulunmakta, bu da evrensel uygulamayı engellemektedir. Oysa bugün gelinen noktada suyun silaha dönüştürülmesi, uluslararası insancıl hukukun kapsamına alınmalı, savaş suçları kategorisine dâhil edilmeli ve bu suçların cezalandırılması için uluslararası ceza adaleti sistemine entegre edilmelidir.

Çözüm, yalnızca hukuk üretmekle sınırlı kalmamalıdır. Su güvenliğini sağlamak için çok katmanlı, çok aktörlü ve kapsayıcı bir yaklaşım geliştirilmelidir. Bu yaklaşıma göre su güvenliği sadece bir çevre meselesi değil; aynı zamanda kalkınma, sağlık, eğitim, cinsiyet eşitliği ve sosyal adalet meselesidir. Suyun eşit ve sürdürülebilir kullanımı, yalnızca teknik uzmanlıkla değil, aynı zamanda kültürel duyarlılık, toplumsal katılım ve yerel bilgiyle mümkündür. Özellikle yerel toplulukların, kadınların ve gençlerin karar alma süreçlerine dâhil edilmesi, suyun barışçıl yönetimi için temel bir koşuldur.

Erken uyarı sistemleri ve teknolojik altyapılar da güçlendirilmelidir. Uydu görüntüleme, yapay zekâ tabanlı izleme ağları, su kalitesi analizleri ve anlık veri paylaşımı, krizleri önceden tespit etmek ve müdahale planlarını devreye sokmak için hayati araçlardır. Bu sistemler, yalnızca devlet kurumları arasında değil; yerel yönetimler, sivil toplum örgütleri ve uluslararası kuruluşlar arasında da şeffaf bir biçimde paylaşılmalıdır. Suya ilişkin her kriz, bir yandan insani, diğer yandan stratejik bir sorundur. Bu nedenle çözüm de hem insani etik ilkelerle hem de stratejik öngörüyle tasarlanmalıdır.

Suya dayalı çatışmaların artışı, aynı zamanda su diplomasisinin de yükselmesini beraberinde getirmelidir. Su diplomasisi, teknik uzmanlığı siyasi diyalogla birleştiren, krizleri çözmekten ziyade önlemeyi hedefleyen bir süreçtir. Bu süreçte suyun bir işbirliği zemini olarak kullanılması, gerilimlerin yumuşatılması ve ortak çıkarların tanımlanması ön planda tutulmalıdır. Ayrıca bölgesel örgütler (örneğin Afrika Birliği, ASEAN, Arap Ligi) kendi içlerinde su krizlerine karşı hızlı tepki verebilecek diplomatik mekanizmalar oluşturmalıdır. Bu çerçevede su kaynaklarını ortak yöneten komisyonlar, sınır aşan sulara dair veri bankaları ve teknik işbirliği ağları büyük önem arz etmektedir.

Bu noktada geleceğe dair üç ihtimal öngörülebilir. Birincisi, iyimser bir çerçevede suya dayalı yeni çatışmaların önlenmesi ve suyun ortak miras olarak tanınmasıdır. Buna göre, teknolojik çözümler, kurumsal işbirlikleri ve kültürel dönüşüm sayesinde su diplomasisi güçlenir; hidro-terörizme karşı caydırıcılık oluşur. İkincisi, bugünkü eğilimlerin sürmesi hâlinde özellikle kırılgan devletlerde suya dayalı çatışmaların yaygınlaşması, göç hareketlerinin hızlanması ve toplumsal dokuların parçalanmasıdır. Bu senaryo, küresel istikrarsızlığın derinleşmesine, yeni güvenlik alanlarının ortaya çıkmasına neden olur. Üçüncü ve en riskli senaryo ise suyun tam anlamıyla bir stratejik silaha dönüşmesi, devletler arası doğrudan su savaşlarının yaşanması ve uluslararası hukukun bu tehdide karşı çözüm üretmekte yetersiz kalmasıdır. Bu durumda yalnızca çatışma coğrafyaları değil; küresel gıda sistemleri, enerji zincirleri ve tedarik hatları da çökme riskiyle karşı karşıya kalır.

Sonuç olarak iklim değişikliğiyle birleşen su krizleri, yeni bir küresel güvenlik paradigmasının doğmasına neden olmaktadır. Bu paradigma, klasik savaş doktrinlerini geçersiz kılan; kaynaklar, çevre ve insan onuru arasındaki dengeyi tehdit eden bir yapıya sahiptir. Su artık sadece bir doğal kaynak değil; aynı zamanda jeopolitik bir unsur, stratejik bir değer ve toplumsal bir direnç testi hâline gelmiştir. Bu nedenle su güvenliği, yeni nesil güvenlik stratejilerinin merkezine yerleştirilmelidir. Suyun silaha değil, barışa hizmet etmesi; tahakkümün değil, dayanışmanın aracı olması, yalnızca teknik değil, ahlaki ve politik bir sorumluluktur. Bugün yapılacak tercihler, yalnızca bugünü değil, geleceğin savaşlarını ya da barışlarını da belirleyecektir. Ve bu geleceğin anahtarı, musluklardan değil; vicdanlardan ve vizyondan geçecektir.

Göktuğ ÇALIŞKAN
Göktuğ ÇALIŞKAN
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde lisans eğitimi alan Göktuğ ÇALIŞKAN, aynı süreçte çift anadal programı kapsamında üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yer alan Uluslararası İlişkiler bölümünde de eğitim görmüştür. 2017 yılında lisans mezuniyetini tamamladıktan sonra Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde yüksek lisans programına başlayan Çalışkan, bu programı 2020 yılında "Hindistan Şiiliği ve İran’ın Hindistan Politikasının Yumuşak Güç Çerçevesinde Değerlendirmesi: Kontrüktivist Bir Bakış" adlı teziyle başarı ile tamamlamıştır. 2018 yılında ise çift ana dal programı kapsamında eğitim gördüğü Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olmuştur. Millî Eğitim Bakanlığı Yurtdışı Seçme ve Yerleştirme (YLSY) programı kapsamında Fransa’da dil eğitimi alan Göktuğ Çalışkan, ardından Fas’ta bulunan Uluslararası Rabat Üniversitesinde 2. yüksek lisansını "La Présence Chinoise En Afrique Et L’évaluation De La Politique Africaine De La Chine Dans Le Contexte Du Projet « La Ceinture Et La Route » : Les Cas du Kenya et de l’Ouganda" (Çin'in Afrika'daki Varlığı ve Çin'in Afrika Politikasının Kuşak ve Yol Projesi Bağlamında Değerlendirilmesi: Kenya ve Uganda Örnekleri) teziyle 2022 yılında tamamlamıştır. Aynı zamanda Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi olan Çalışkan, Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde de doktorasına devam etmektedir. Çalışkan, ayrıca YLSY kapsamında Fas’ta yine Uluslararası Rabat Üniversitesi’nde doktoraya başlamıştır. Ankasam Uluslararası İlişkiler uzmanı olarak çeşitli konularda röportajları ve analizleri bulunan Çalışkan, kitap bölümleri, makaleler ve kitap incelemelerine de devam etmektedir. Çalışkan, iyi derecede İngilizce ve Fransızca bilmekte olup, Çin-Afrika İlişkileri, Sahel, Sahel’de Din ve Güvenlik, İran, Şiilik, Hindistan, Gıda Güvenliği, Afrika'da İklim, İsyanlar ve Terörizm, Afrika Jeopolitiği, Kuşak ve Yol Projesi, Orta Asya üzerine akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

Benzer İçerikler