İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan, 11 Ağustos 2025 tarihinde yaptığı açıklamada, başkent Tahran da dahil olmak üzere ülkenin bazı bölgelerinin “ciddi” bir su kriziyle karşı karşıya olduğunu kamuoyuna duyurmuştur. Pezeşkiyan’ın bu uyarısı, yalnızca iç politikada değil, bölgesel güvenlik ve jeopolitik dengeler açısından da dikkate değer bir gelişme olarak değerlendirilebilir. İran’ın iklim değişikliği, aşırı su kullanımı, yanlış tarım politikaları ve altyapı yetersizlikleri gibi çok boyutlu nedenlerle karşı karşıya kaldığı bu kriz, suyun giderek stratejik bir unsur haline geldiğini ve uluslararası ilişkilerde potansiyel bir gerilim kaynağı olarak öne çıktığını göstermektedir.
Pezeşkiyan’ın açıklamasının ardından İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’dan dikkat çekici bir mesaj gelmiştir. Netanyahu, kamuoyuna yaptığı konuşmada önünde sembolik bir bardak su ve bir sürahi bulundurarak İran halkına seslenmiştir. Mesajında, İran’daki rejimin devrilmesi halinde İsrailli uzmanların ülkeye gelerek su sorununu çözeceğini ifade etmiştir. Bu tür sembolik iletişim biçimleri, yalnızca siyasi mesaj iletmekle kalmamakta; aynı zamanda psikolojik savaş ve propaganda tekniklerinin de bir parçası olarak işlev görmektedir. Netanyahu’nun sözleri, İran halkı nezdinde mevcut yönetimin yetersizliğini vurgulamayı, aynı zamanda İsrail’in teknik kapasitesini ve uluslararası imajını güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Bu olayın dikkat çekici bir diğer boyutu, su kaynaklarının gelecekteki çatışmaların temel nedenlerinden biri olacağına ilişkin küresel tartışmaları yeniden gündeme getirmesidir. Birleşmiş Milletler ve çeşitli araştırma kuruluşları, özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde su kıtlığının giderek artacağını, bu durumun göç hareketlerini tetikleyeceğini ve uluslararası güvenlik açısından yeni riskler doğuracağını yıllardır raporlarında dile getirmektedir. İsrail-İran arasındaki mevcut siyasi gerilim, bu su krizi söylemi üzerinden yeni bir boyut kazanmış, “su diplomasisi” veya “su jeopolitiği” kavramlarının önemini bir kez daha ortaya koymuştur.
İran açısından bakıldığında, su krizi yalnızca teknik ve çevresel bir sorun değil; aynı zamanda toplumsal istikrarı tehdit eden bir faktördür. Ülkede suya erişimde yaşanan adaletsizlikler, kırsal bölgelerden kentlere göçü hızlandırmakta, bu da şehirlerde işsizlik, konut sorunu ve altyapı baskısı gibi ek sorunlara yol açmaktadır. Rejim açısından bu durum, halkın hükümete yönelik memnuniyetsizliğini artırabilecek bir kırılganlık alanı yaratmaktadır.
Pezeşkiyan’ın açıklaması, bu kırılganlığı kabul etmenin ötesinde, ulusal bir alarm çağrısı niteliği taşımaktadır. Öte yandan Netanyahu’nun yaklaşımı, iki yönlü okunabilir. Birincisi, İsrail’in bölgedeki teknolojik üstünlüğünü ve özellikle su yönetimi alanındaki başarılarını ön plana çıkarma çabasıdır. İsrail, damla sulama tekniklerinden atık suyun yeniden kullanımına kadar pek çok alanda küresel ölçekte lider konumdadır. Bu bağlamda İran halkına yardım teklifini, devletin egemenliğine ve iç işlerine müdahale olarak değerlendirmek mümkündür. İkinci olarak bu mesaj, İran’daki rejim karşıtı unsurları cesaretlendirmeyi ve iç siyasal dengeleri etkilemeyi hedefleyen bir stratejiye işaret etmektedir.
Uluslararası güvenlik literatüründe su, enerji ve gıda güvenliği ile birlikte “kaynak güvenliği” başlığı altında incelenmekte; bu kaynakların kıtlığı veya kontrolü üzerindeki mücadelelerin, devletler arası çatışma riskini artırabileceği vurgulanmaktadır. Özellikle su kaynaklarının sınır aşan nitelikte olduğu bölgelerde bu tür krizler işbirliğini teşvik edebileceği gibi gerilimi de derinleştirebilir. Orta Doğu’da ise mevcut siyasi kutuplaşma ve güven eksikliği, işbirliği olasılığını zayıflatmaktadır. Su krizinin gelecekte olası savaşların tetikleyicisi olacağı yönündeki öngörüler, yalnızca teorik bir spekülasyon değildir.
Tarihsel olarak Nil Nehri, Fırat-Dicle havzası ve Ürdün Nehri gibi su kaynakları üzerinde yaşanan anlaşmazlıklar, bölgesel gerilimlerin önemli unsurları olmuştur. Günümüzde ise iklim değişikliğinin etkileriyle bu gerilimlerin şiddetlenmesi beklenmektedir. Artan sıcaklıklar, yağış rejimlerindeki düzensizlikler ve kuraklık dönemlerinin daha uzun sürmesi, özellikle suya bağımlı tarım ekonomilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum, yalnızca ekonomik sonuçlar doğurmakla kalmayıp göç hareketlerini, toplumsal huzursuzluğu ve siyasi istikrarsızlığı da tetikleyebilecek potansiyele sahiptir.
Su kıtlığıyla birlikte enerji üretiminde aksaklıklar, tarımsal ihracatın düşmesi ve yerel ekonomilerin zayıflaması da kaçınılmaz hale gelebilir. Dolayısıyla İran-İsrail ekseninde yaşanan bu söylem savaşı, suyun bir diplomatik araç ve potansiyel çatışma nedeni olarak stratejik önemini yansıtan güncel bir örnektir. Sonuç olarak Pezeşkiyan’ın su krizi uyarısı ve Netanyahu’nun sembolik karşı hamlesi, yalnızca iki ülke arasındaki rekabetin bir yansıması değil; aynı zamanda küresel ölçekte su kaynaklarının güvenliği konusundaki kırılganlığın bir göstergesidir.
Su, 21. yüzyılda petrolün yerini alacak yeni bir “stratejik kaynak” olarak uluslararası politikanın merkezine oturmaktadır. Bu bağlamda mevcut gelişmeler hem İran’ın iç istikrarı hem de Orta Doğu’nun genel güvenlik dengeleri açısından dikkatle izlenmesi gereken bir süreçtir. Önümüzdeki yıllarda su diplomasisi ve su yönetimi politikalarının, yalnızca çevresel sürdürülebilirlik değil, aynı zamanda bölgesel barış ve istikrar açısından da belirleyici olacağı açıktır. Bu nedenle devletlerin su yönetiminde işbirliği mekanizmaları geliştirmesi, teknolojik yenilikleri paylaşması, su tasarrufunu teşvik eden politikalar üretmesi ve iklim değişikliğine uyum stratejilerini ortak bir zeminde tartışması, gelecekteki çatışmaları önlemede kritik rol oynayacaktır.