Analiz

İsrail’in Yerleşim Planı Bölgesel Dengeleri Nasıl Değiştirebilir?

AB, Filistin’in bağımsızlık taleplerini kabul etmiş olsa da İsrail’in güvenlik kaygılarını da göz önünde bulundurmuştur.
İsrail’in genişleme politikaları, Orta Doğu’da pek çok aktörün stratejik hesaplarını yeniden şekillendiren bir gelişme olarak öne çıkmaktadır.
ABD, İsrail’e verilen askeri yardımları artırırken, BM’de İsrail’i eleştiren karar tasarılarına karşı daha agresif bir tutum sergilemektedir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

İsrail’in yeni yerleşim planı, Filistin topraklarında gerilimi artıran en önemli adımlardan biri olarak öne çıkmaktadır. Doğu Kudüs ve Batı Şeria’da genişleme politikası izleyen İsrail Hükümeti, bu hamleyle bölgedeki demografik ve siyasi yapıyı dönüştürmeyi hedeflemektedir. Bu gelişme, yalnızca Filistin-İsrail ilişkilerini değil, aynı zamanda Orta Doğu’daki güç dinamiklerini ve uluslararası ilişkileri de yeniden şekillendirmektedir.

1. İsrail’in Stratejisi ve İç Politik Durumu

İsrail’deki mevcut hükümetin özellikle aşırı sağcı ve yerleşimci grupların güçlü desteğiyle hareket etmesi, yerleşim politikalarının agresif bir şekilde sürdürülmesinin başlıca nedenlerinden biridir. Netanyahu liderliğindeki hükümet, iç siyasetteki meşruiyetini sağlamak ve koalisyon ortaklarıyla olan ittifakını güçlendirmek için bu politikaları önemli bir strateji olarak benimsemiştir. Bu strateji, yalnızca Filistin topraklarında genişleme değil, aynı zamanda İsrail içindeki sağcı ve yerleşimci grupların beklentilerine de hitap etmektedir.

Yerleşim alanlarının genişletilmesi, hükümetin özellikle aşırı sağcı koalisyon ortaklarına verdiği bir tavizdir. Netanyahu Hükümeti, yerleşim projeleri aracılığıyla özellikle sağ eğilimli İsrailli seçmenlerin desteğini pekiştirmeyi hedeflemektedir. Bu tür politikalar, İsrail toplumunun belirli kesimleri tarafından ulusal güvenlik ve dini motiflerle gerekçelendirilmektedir. Yerleşimci gruplar, bu genişlemeyi yalnızca Filistin topraklarında toprak kazanma olarak değil, aynı zamanda İsrail’in güvenliği ve dini hakları bakımından bir gereklilik olarak görmektedirler. Bu kesimler, genişlemeyi “toprak bütünlüğü” ve “dinî sorumluluk” olarak kabul ederken; hükümet de bu söylemi, yerleşim projelerinin meşruiyetini artıran bir araç olarak kullanmaktadır.

İsrail’deki bu yerleşim politikalarına karşı ciddi bir muhalefet de bulunmaktadır. Bazı sol eğilimli İsraillilerde, özellikle genç kuşaklar arasında yerleşim politikalarının İsrail’in uluslararası ilişkilerini ve diplomatik durumunu olumsuz yönde etkileyeceği endişesi hakimdir. Bu kesimler, özellikle Batı ülkelerinin ve Birleşmiş Milletler’in (BM) İsrail’in genişleme politikalarına karşı giderek daha sert tepki gösterdiği bir ortamda, ülkenin yalnızlaşabileceğini düşünmektedirler. Uzun vadede bu politikaların İsrail’i diplomatik izolasyona sürükleyebileceği ve ülkenin dış ilişkilerde daha fazla yalnızlaşmasına yol açabileceği ifade edilmektedir.

Hükümetin aşırı sağcı kanadı, bu tepkileri pek dikkate almadan yerleşim projelerini hızlandırma çabalarını sürdürmektedir. Bu gruplar, mevcut hükümetin politikasını, ulusal güvenlik ve İsrail’in Yahudi kimliğinin korunması açısından hayati bir adım olarak değerlendirmektedir. Bu kesimler, yerleşimlerin genişletilmesini yalnızca Filistin topraklarındaki egemenlik haklarının bir uzantısı olarak değil, aynı zamanda İsrail’in ideolojik temellerine dayalı bir sorumluluk olarak görmektedirler.

2. Arap Dünyası’nın Tepkisi ve Yeni Dengeler

İsrail’in genişleme politikaları, Orta Doğu’da pek çok aktörün stratejik hesaplarını yeniden şekillendiren bir gelişme olarak öne çıkmaktadır. Bu bağlamda Arap Dünyası’nın tepkileri, bölgesel dinamiklerin ve uluslararası ilişkilerin evrimini anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. Arap ülkelerinin İsrail’e yönelik tutumlarındaki değişim, geçmişteki sert karşıtlıkla kıyaslandığında daha nüanslı ve pragmatik bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi ülkeler, İsrail’le ilişkilerini normalleştirme yönünde adımlar atarken, bu ülkelerin halkları arasında Filistin’e duyulan destek hala önemli bir yer tutmaktadır. Bu çelişkili durum, bölgesel politikaların karmaşıklığını gözler önüne sermektedir.

Tarihte Arap Dünyası, İsrail’e karşı birleşik ve sert bir duruş sergileyen bir bölge olarak biliniyordu. Ancak günümüzde, özellikle Suudi Arabistan ve BAE’nin İsrail’le normalleşmeye yönelik attığı adımlar, Arap Dünyası’ndaki geleneksel tavırda belirgin bir değişimi işaret etmektedir. Bu normalleşme süreci, yalnızca diplomatik ilişkilerin kurulmasıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda ekonomik ve stratejik işbirliklerini de içermiştir. Ancak bu ülkelerdeki kamuoyunun büyük bir kısmının hâlâ Filistin davasına güçlü bir şekilde bağlı olması, söz konusu normalleşme adımlarının halklar nezdinde büyük bir tartışma konusu olmasına neden olmaktadır. Bu durum, iç siyasi denetim mekanizmalarının ve dış politikadaki pragmatik hesapların bir yansıması olarak değerlendirilebilir.

Al Jazeera’nın analizine göre Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkeler, Filistin meselesine duydukları duyarlılığı göz ardı edemeyeceklerinden, kendi kamuoylarını yatıştırmak için diplomatik adımlar atmayı sürdürme gerekliliği hissedebilirler. Bu durum, yalnızca Arap Dünyası’nda değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de bu ülkelerin itibarlarını dengeleme çabalarını ortaya koymaktadır. Arap Dünyası’nda İsrail’le normalleşen ülkelerin iç kamuoyunda, Filistin’e verilen desteğin devam etmesi gerektiği yönünde baskılar, bu ülkelerin dış politikalarının bir ölçüde şekillendirici faktörü olmuştur. Diplomatik ilişkilerin sağlanması ve ekonomik işbirliklerinin artırılması sürecinde, bu ülkeler bölgedeki diğer aktörlere karşı dengeli bir dış politika izlemeye çaba gösterebilirler.

Katar ve Türkiye, Suudi Arabistan ve BAE’nin aksine, İsrail’le normalleşme sürecine daha temkinli ve sert bir tavırla yaklaşabilecek ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin özellikle son yıllarda Filistin’e verdiği güçlü destek, Ankara’nın Filistin meselesine dair tutumunun yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda küresel anlamda da etkili olabileceğini göstermektedir. Türkiye, diplomatik alanda yaptığı açıklamalar ve ekonomik yaptırımlarla İsrail’in genişleme politikalarına karşı güçlü bir karşı duruş sergileyebilir. Ayrıca Türkiye’nin bu tutumu, Arap Dünyası’nda normalleşme yönünde adımlar atan ülkelerin politikasına karşı bir alternatif sunmakta ve bölgesel güç dengesini yeniden şekillendirmektedir.

3. Trump Yönetimi İsrail’i Nasıl Destekliyor?

2025 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) başkanlık görevine yeniden gelen Donald Trump, İsrail’e olan desteğini daha da artırmış durumdadır. İlk döneminde Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan ve Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıyan Trump yönetimi, yeni döneminde de İsrail’in yerleşim politikalarına doğrudan destek vermektedir. 

ABD, İsrail’e verilen askeri yardımları artırırken, BM’de İsrail’i eleştiren karar tasarılarına karşı daha agresif bir tutum sergilemektedir. Avrupa Birliği’nin (AB) ve bazı Arap ülkelerinin eleştirilerine rağmen Trump yönetimi İsrail’in genişleme politikasını engellemek için herhangi bir baskı uygulamamaktadır. Bu durum, Filistin’in diplomatik manevra alanını iyice daraltmakta ve bölgedeki gerilimi tırmandırmaktadır.

4. İran ve Bölgesel Aktörlerin Pozisyonu

İran, İsrail’in genişleme politikasını kendi jeopolitik stratejisi için bir fırsat olarak görebilir. Özellikle Hizbullah ve diğer milis gruplar üzerinden bölgede gerilimi artırabilir. Ayrıca, İran’ın Filistinli direniş gruplarıyla olan ilişkileri bu süreçte daha da güçlenebilir ve Gazze’de yeni bir çatışma dalgası ortaya çıkabilir. Bu durum Orta Doğu’daki mevcut dengeleri değiştirebilir ve bölgesel güç rekabetini daha da kızıştırabilir.

5. AB’nin Tepkisi ve Yeni Dengeler

İsrail’in genişleme hamlesine karşı AB’nin tepkisi, tarihsel olarak bölgedeki istikrara duyduğu hassasiyetle şekillenmiştir. Ancak AB son yıllarda daha pragmatik bir yaklaşım benimsemiş, İsrail ile Filistin arasındaki çatışmalarda daha temkinli bir tutum sergilemiştir. Bu değişim, AB’nin iç dinamikleri ve dış politika kararlarıyla şekillenecek ve küresel ilişkilerdeki rolünü etkileyecektir.

Geçmişte Filistin’in bağımsızlık mücadelesini destekleyen AB, İsrail’in genişleme politikalarına karşı daha kararlı bir tutum sergileyebilir. Ancak üye ülkelerin farklı tutumları, ortak bir politika oluşturmayı zorlaştırmaktadır. Özellikle Almanya, Fransa ve Hollanda gibi güçlü ülkeler, İsrail’le güçlü ilişkilerini sürdürmekteyken; İskandinav ülkeleri ve İspanya gibi ülkeler, Filistin tarafında daha açık bir duruş sergileyebilirler.

AB, Filistin’in bağımsızlık taleplerini kabul etmiş olsa da İsrail’in güvenlik kaygılarını da göz önünde bulundurmuştur. Ancak İsrail’in genişleme hamlelerinin artması, AB’nin Filistin’e olan desteğini somutlaştırabilir. AB, bölgesel istikrarı sağlamada ekonomik ve askeri güç dengesini göz önünde bulunduracak ve Ortadoğu’nun jeopolitik dengesine etki etmeye çalışacaktır. AB’nin arabulucu rolü, bölgedeki güvenlik ve barış çabalarına katkı sağlayabilir.

Sonuç olarak eğer İsrail bu politikalarda ısrar ederse, iki devletli çözüm artık tamamen bir hayal olabilir. Bu durum, Filistin yönetimini daha radikal bir çizgiye itebilir ve bölgede uzun vadeli bir istikrarsızlık yaratabilir. Son gelişmeler, Filistin davasının küresel düzeyde ne kadar sürdürülebilir bir mesele olduğunu bir kez daha gözler önüne sermektedir. Eğer uluslararası toplum bu krizi yönetemezse Orta Doğu’da yeni bir istikrarsızlık sürecinin kapıları aralanabilir.

Meryem HARAÇ
Meryem HARAÇ
Meryem Haraç, 2024 yılında Nevşehir Hacıbektaş Veli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Haraç’ın başlıca ilgili alanları Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu’dur. Haraç, iyi derecede İngilizce ve başlangıç düzeyinde İspanyolca bilmektedir.

Benzer İçerikler