İnsanlar, milletler ve devletler açısından yeme, içme ve barınma gibi temel gereksinimlerin yanı sıra güvenlik, vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak öne çıkmaktadır. Devletlerin en temel görevlerinden biri, kendi toplumlarını hem iç hem de dış kaynaklı tehditlere karşı korumaktır. Bu çerçevede bir “devletin gücü”, vatandaşlarını ulusal ve uluslararası tehditlere karşı ne ölçüde koruyabildiğiyle doğrudan ilişkilidir. Diğer bir ifadeyle güç ve güvenlik kavramları arasında karşılıklı ve doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Çok boyutlu tehditlerin ve küresel krizlerin yoğunlaştığı bir uluslararası ortamda, halkının çıkarlarını koruyabilen, refah seviyesini artırabilen ve güvenlik risklerini asgari düzeye indirebilen devletler, güçlü devletler kategorisinde değerlendirilmektedir.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen ve zaman zaman Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) tek kutuplu hegemonyasına, zaman zaman ise ABD ve Sovyetler Birliği merkezli iki kutuplu bir yapıya dayanan küresel yönetişim modeli, günümüzde büyük ölçüde işlevselliğini yitirmiştir. Bu hegemonik yapı, küresel ölçekte istikrar üretmekte yetersiz kalmış; aksine, güvenlik tehditlerinin giderek arttığı bir krizler dönemini beraberinde getirmiştir. Günümüzde ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçlerin yanı sıra Türkiye, Hindistan, Japonya, Suudi Arabistan, Güney Afrika ve Brezilya gibi orta ölçekli bölgesel aktörlerin uluslararası sistemde daha etkin hale gelmesiyle birlikte dünya siyaseti çok kutuplu bir yapıya dönüşmüştür.
Bununla birlikte iki kutuplu sistemin (ABD–Rusya ekseni) ürettiği küresel tehditlere karşı, günümüz çok kutuplu yönetişim modelinin de etkin ve kapsayıcı çözümler üretmekte zorlandığı görülmektedir. Nüfus artışı, kentleşme ve bilgi teknolojilerindeki hızlı gelişmelere paralel olarak, küresel güvenliğin istikrarını tehdit eden riskler her geçen gün artmaktadır. Küresel krizlere yol açan başlıca tehditler arasında; cinsiyetsizleştirme projeleri, ahlaki erozyon, küresel ısınma, iklim değişikliği, kuraklık, göç hareketleri, su ve gıda güvenliği sorunları ile siber ve hibrit saldırılar öne çıkmaktadır. Bunun yanı sıra enerji güvenliği, uluslararası ticaret koridorları ve lojistik merkezlerin güvenliğine yönelik tehditlerin seviyesi de sürekli yükselmektedir.
Bu çok boyutlu kriz ortamında Orta Doğu’daki çatışmalar küresel güvenliği daha da kırılgan hale getirmektedir. İsrail ve ABD’nin Filistin’deki katliamları, bölgesel istikrarsızlığı derinleştirirken küresel güvenlik risklerini artırmaktadır. ABD, mevcut küresel hegemonyasını sürdürebilmek amacıyla, özellikle Çin ile artan stratejik rekabet bağlamında, Rusya, Türkiye, Japonya, Hindistan ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere birçok aktörü kendi ideolojik ve stratejik eksenine çekme çabası içerisindedir. Çok kutuplu yeni dünya düzeninde ABD ile Çin arasındaki rekabet, küresel krizleri tetikleyerek küresel güvenlik risklerini daha da artırmaktadır.
Bilgi teknolojileri ve yapay zekâ alanlarının yanı sıra özellikle nadir toprak elementlerinin üretimi ve işlenmesikonusunda Çin’in, ABD’ye kıyasla belirgin bir üstünlüğe sahip olduğu görülmektedir. 2024 yılı itibarıyla Çin, dünyada üretilen yaklaşık 390 bin ton nadir toprak elementinin 270 bin tonunu (%69) tek başına üretmiş[i] ve küresel ölçekte işlenen nadir toprak elementlerinin yaklaşık %85’ini kontrol etmiştir.[ii] Çin, Kuşak ve Yol Girişimi aracılığıyla küresel ticaret güzergâhları ve lojistik merkezler üzerinde geniş bir ağ oluşturarak ABD merkezli küresel ekonomik düzene meydan okumaktadır. Bu süreç, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD öncülüğünde kurulan dolar hegemonyası, Bretton Woods sistemi ve Marshall Planı benzeri girişimlerle karşılaştırılmakta ve yeni bir küresel bağımlılık ilişkisi yaratabileceği yönünde tartışmalara yol açmaktadır. Bu rekabet alanları, literatürde “koridorlar savaşı” olarak tanımlanan yeni bir çatışma zeminini gündeme getirmiştir.
Küresel ısınmanın etkisiyle Arktik bölgede buzulların erimesi, yeni ticaret yollarının açılmasına ve yeni doğal kaynak rezervlerinin keşfine imkân tanımaktadır. Bu durum, Arktik bölgenin gelecekte stratejik rekabetin merkezlerinden biri, hatta “yeni Orta Doğu” olabileceğine işaret etmektedir. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın sona erdirilememesi, Orta Doğu’daki çatışmalar, ABD’nin Venezuela üzerindeki baskıları, Avrupa ülkelerinin artan güvenlik açıkları ile Kıbrıs, Keşmir, Filistin ve Fergana Vadisi gibi donmuş çatışma alanları, küresel güvenliği giderek daha ciddi biçimde tehdit etmektedir.
Bu koşullar altında küresel krizlerin çözümü ve küresel güvenliğin sürdürülebilir biçimde sağlanması, çok taraflı işbirliği ve kolektif güvenlik anlayışına dayanmaktadır. Güvenlik, gıda, teknoloji ve kültür gibi üretilen ve geliştirilebilen bir olguolarak değerlendirilmelidir. Güvenliğin azaldığı, tehdit ve risklerin arttığı günümüz uluslararası sisteminde Türkiye, yalnızca kendi güvenliğini değil, aynı zamanda çevre coğrafyaların güvenliğini de önceleyen bir aktör olarak öne çıkmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi, Türkiye’nin güvenlik tüketen değil, güvenlik üreten bir ülke olma yaklaşımının tarihsel ve normatif temelini oluşturmaktadır. Türkiye, bu ilke doğrultusunda İkinci Dünya Savaşı’na katılmamış; Balkan Antantı (1934), Sadabat Paktı (1937) ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936) aracılığıyla hem kendi güvenliğini hem de bölgesel güvenliği güçlendirmeyi hedeflemiştir. Özellikle Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin Rusya-Ukrayna Savaşı sürecinde titizlikle uygulanması, Karadeniz güvenliğinin korunmasına önemli katkılar sunmuştur.
Türkiye, “yurtta sulh ve dünyada sulh” doktrinine sadık kalmakla birlikte, küresel barışı korumak ve küresel güvenlik üretimine katkı sağlamak amaçları doğrultusunda, özellikle son yıllarda savunma kapasitesini hızla geliştirmiştir. Diğer bir ifadeyle Türkiye, “barışı korumak için savaşa daima hazır ol” ilkesinden ödün vermemektedir. Türkiye’nin savunma sanayii ihracatı 2024 yılı içindeki son 11 ayda 7,4 milyar doların üzerine çıkmıştır.[iii] Rusya-Ukrayna Savaşı’nda her iki tarafla da iletişim kurabilen, müzakere süreçlerine ev sahipliği yapabilen ve tahıl koridoru ile esir takası girişimlerine öncülük eden Türkiye, bu süreçlerde güvenlik üretici bir rol üstlenmiştir. Ayrıca Türk Akımı projesi aracılığıyla Avrupa’nın enerji güvenliğine katkı sağlamaktadır. Diğer taraftan Avrupa ülkelerine Rusya’dan boru hattı ile sadece Tük Akım üzerinden doğalgaz transferi sağlanabilmektedir. Türk Akımı dışında, Kuzey Akım 1 ve 2 başta olmak üzere Rusya’dan Avrupa’ya uzanan yaklaşık tüm boru hatları savaş sürecinde zarar görmüştür. Türkiye’nin Orta Doğu, Afrika ve Türkistan coğrafyasına yönelik girişimleri; kriz ve çatışma üretmekten ziyade, istikrar ve refahı önceleyen bir güvenlik anlayışına dayanmaktadır. Irak’tan başlayarak Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanması planlanan Kalkınma Yolu Projesi ile Zengezur Koridoru gibi girişimler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel güvenliğe katkı sağlayan stratejik projeler olarak değerlendirilmektedir.
[i] “Çin, nadir toprak elementleri ve üretim teknolojilerinin ihracatına yeni kısıtlama getirdi”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/cin-nadir-toprak-elementleri-ve-uretim-teknolojilerinin-ihracatina-yeni-kisitlama-getirdi/3712131, (Erişim Tarihi: 22.12.2025).
[ii] “Çin, nadir toprak elementlerinin ihracatının kontrolüne yönelik aldığı tedbirleri erteleyecek”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/cin-nadir-toprak-elementlerinin-ihracatinin-kontrolune-yonelik-aldigi-tedbirleri-erteleyecek/3737928, (Erişim Tarihi: 22.12.2025).
[iii] “Savunma ve havacılık sanayisinden 11 ayda 7,4 milyar dolarla ihracat rekoru”, AA, https://www.aa.com.tr/tr/ekonomi/savunma-ve-havacilik-sanayisinden-11-ayda-7-4-milyar-dolarla-ihracat-rekoru/3762036, (Erişim Tarihi: 22.12.2025).
