2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik başlattığı geniş çaplı askeri saldırı, Avrupa Birliği (AB) açısından sadece bölgesel bir güvenlik krizine değil, aynı zamanda kimliksel ve stratejik bir kırılma noktasına işaret etmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana barış, demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları ilkeleri üzerine inşa edilen Avrupa düzeni, bu savaşla birlikte temel bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır. AB, uzun yıllardır kendisini “normatif güç” olarak tanımlamış ve uluslararası ilişkilerde askeri kapasite yerine değer temelli diplomasi, ekonomik araçlar ve yumuşak güç unsurlarıyla etki yaratmayı tercih etmiştir. Ancak Ukrayna Savaşı, bu yaklaşımın sınırlarını açık biçimde ortaya koymuş; Birliğin, uluslararası sistemde jeopolitik bir aktör olarak var olabilmesi için askeri, stratejik ve enerji boyutlarında köklü bir dönüşüme gitmesini zorunlu kılmıştır.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, AB’nin güvenlik mimarisinde yıllardır süregelen ataleti ortadan kaldırmış, Birliği hızlı ve kapsamlı kararlar almaya yöneltmiştir. Savaşın ilk aylarında AB, tarihinde ilk kez Avrupa Barış Fonu aracılığıyla bir ülkeye doğrudan ölümcül silah desteği sağlamış, bu adım ise Birliğin güvenlik politikasında normatif sınırların ötesine geçtiğinin sembolü olmuştur. Aynı dönemde savunma harcamalarının artırılması, ortak askeri kapasite geliştirilmesi ve üye devletler arasında istihbarat paylaşımının güçlendirilmesi yönünde önemli adımlar atılmıştır. Tüm bu gelişmeler, AB’nin dış politika kimliğinde sivil güç imajından jeopolitik aktörlüğe geçişin başlangıcını simgelemektedir.
Bu dönüşümün kurumsal zemini, 2022 yılında kabul edilen Avrupa Stratejik Pusulası belgesiyle somutlaşmıştır. Stratejik Pusula, Birliğin dış politika ve güvenlik alanındaki vizyonunu, tehdit algısını ve hareket kapasitesini yeniden tanımlamış ve AB’nin küresel krizlere daha hızlı, koordineli ve etkili yanıt verebilmesini amaçlamıştır. Belge, Birliğin kendi güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini vurgularken, aynı zamanda NATO ve ABD ile ilişkilerin tamamlayıcı bir çerçevede sürdürülmesini de öngörmüştür. Bu yönüyle AB, stratejik özerklik iddiasını korurken, transatlantik güvenlik sisteminin bir parçası olmaya devam etmektedir.
Fakat bu noktada, özellikle Donald Trump’ın döneminde ABD’nin NATO’ya yönelik eleştirileri ve transatlantik ilişkilerdeki gerilim süreci, AB’nin güvenlik kimliğinin dönüşümünde dolaylı fakat derin bir etki yaratmıştır. Trump yönetiminin “Önce Amerika” politikası çerçevesinde NATO’yu “mali yükümlülüklerini yerine getirmeyen müttefiklerin örgütü” olarak nitelendirmesi, Avrupalı devletlerde ABD’nin güvenlik garantilerine olan güveni zayıflatmıştır. Trump’ın Almanya ve Fransa başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesini savunma harcamalarını artırmamaları nedeniyle sert biçimde eleştirmesi, Avrupa kamuoyunda “ABD’nin garantörlüğünün sürdürülebilirliği” konusundaki şüpheleri derinleştirmiştir. Bu süreç, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” ifadesiyle sembolleşmiş; Avrupa’da stratejik özerklik tartışmalarını hızlandırmıştır. Dolayısıyla Ukrayna Savaşı sonrasında AB’nin savunma kapasitesini güçlendirmeye dönük attığı adımların zemininde, Trump dönemiyle birlikte belirginleşen bu stratejik bağımsızlık arayışının da etkili olduğu söylenebilir.
Ukrayna Savaşı sonrası dönemde AB’nin dış politikasında yaşanan dönüşüm, sadece askeri alanla sınırlı kalmamış, aynı zamanda enerji, ekonomi ve genişleme politikaları üzerinde de derin etkiler yaratmıştır. Rusya’ya olan yüksek enerji bağımlılığı, Birliğin stratejik kırılganlığını ortaya koymuş ve bu durum enerji arzının çeşitlendirilmesi, yenilenebilir enerji yatırımlarının artırılması ve dış tedarik kaynaklarının yeniden düzenlenmesi gibi adımları zorunlu hale getirmiştir. AB, özellikle Norveç, Azerbaycan, ABD ve Kuzey Afrika ülkeleriyle enerji işbirliklerini güçlendirerek Rus gazına olan bağımlılığı azaltma yoluna gitmiştir. Bu süreçte Türkiye’nin enerji koridoru konumu ve Doğu Akdeniz’deki jeopolitik rolü, AB açısından stratejik önemini artırmıştır.
Bununla birlikte Ukrayna, Moldova ve Batı Balkan ülkelerine yönelik genişleme söyleminin yeniden güç kazanması, AB’nin güvenlik kimliğinin coğrafi sınırlarını da genişletmiştir. Genişleme politikası, artık sadece ekonomik entegrasyonun bir aracı değil, aynı zamanda güvenlik ve istikrarın korunması açısından stratejik bir araç haline gelmiştir. Bu durum, AB’nin dış politika önceliklerinin yeniden tanımlandığı ve güvenliğin hem askeri hem politik bütünlük üzerinden ele alındığı yeni bir dönemin habercisidir.
Ancak AB’nin bu dönüşüm süreci bazı yapısal sınırlılıklarla karşı karşıyadır. Üye devletler arasında tehdit algısı, dış politika öncelikleri ve savunma stratejileri bakımından ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Doğu Avrupa ülkeleri NATO’ya tam bağımlı bir güvenlik mimarisini savunurken, Fransa başta olmak üzere bazı Batı Avrupa ülkeleri stratejik özerkliği öncelemektedir. Bu durum, Birliğin ortak güvenlik politikalarının uygulama aşamasında birlikteliği zaman zaman zayıflatmaktadır. Ayrıca karar alma süreçlerinin oybirliği esasına dayanması, hızlı tepki verme kapasitesini kısıtlamaktadır. Bu yönüyle AB, krizlere karşı kurumsal bir dayanıklılık sergilemiş olsa da stratejik özerklik hedefi açısından halen sınırlı bir kapasiteye sahiptir.
Bütün bu gelişmeler, AB’nin dış politika kimliğinde normatif güçten jeopolitik güce doğru yaşanan dönüşümün hem gerekliliğini hem de zorluklarını ortaya koymaktadır. Ukrayna Savaşı, AB’nin kendi güvenliğini ve bölgesel istikrarını sağlamak için artık yalnızca diplomatik ve ekonomik araçlara dayanamayacağını göstermiştir. Bununla birlikte askeri kapasite inşası ve stratejik otonomi arayışı, AB’nin temel değerleriyle çelişmemesi gereken bir süreçtir. Avrupa kimliği, tarihsel olarak barış, dayanışma ve hukuk temelinde şekillenmiş olup bu kimliğin militarizasyonu, Birliğin kurucu normatif yapısına yönelik eleştirileri beraberinde getirmektedir.
Sonuç olarak Ukrayna Savaşı, AB’nin dış politika ve güvenlik kimliğinde geri döndürülemez bir dönüşüm başlatmıştır. Birlik, artık küresel siyasette yalnızca bir “normatif güç” değil, aynı zamanda “stratejik bir aktör” olma yönünde kararlı adımlar atmaya çalışmaktadır. Ancak bu dönüşümün kalıcı ve etkili olabilmesi, AB’nin iç bütünlüğünü güçlendirmesi, karar alma süreçlerini reforme etmesi ve stratejik özerkliği somut politikalarla desteklemesine bağlıdır. Trump döneminde belirginleşen transatlantik kırılmaların etkisiyle AB, artık güvenlik mimarisini tamamen dış aktörlere dayandırmanın risklerini fark etmiş durumdadır. Bu nedenle AB, Ukrayna Savaşı sonrasında sadece dış politikada değil, kimliksel anlamda da yeni bir evreye girmiştir. Bu evre, Avrupa’nın kendi güvenlik mimarisini inşa etmeye çalıştığı, jeopolitik gerçeklerle normatif değerler arasında denge kurma mücadelesi verdiği bir dönemi temsil etmektedir.