Analiz

AB-Çin İlişkilerinde Stratejik Özerklik ve Yeni Dönem Dinamikleri

2024 yılı itibarıyla Çin, AB’nin en büyük ithalat ortağı haline gelmiştir.
AB’nin Çin politikasındaki en büyük zorluklardan biri, üye devletler arasında ortak bir stratejik çizgi oluşturamamaktır.
Çin’in küresel yükselişi, kendi küresel kimliğini yeniden tanımlaması gereken tarihsel bir dönüm noktasını temsil etmektedir.

Paylaş

Çin’in 21. yüzyılın başından itibaren hızla yükselen küresel etkisi, uluslararası sistemdeki güç dengelerini köklü biçimde dönüştürmüş ve Avrupa Birliği’ni (AB) ekonomik çıkarlarını koruma ile jeopolitik özerklik arayışı arasında sıkışmış bir stratejik ikilemle karşı karşıya bırakmıştır. Bir yandan AB, ikinci büyük ticaret ortağı konumundaki Çin’le ekonomik ilişkilerini sürdürmeye çalışırken, diğer yandan onu “sistemik rakip” olarak tanımlayarak stratejik bağımlılıklarını azaltma yönünde adımlar atmaktadır. Bu durum, AB’nin dış politika kimliğinde hem realist güç dengesi dinamiklerinin hem neoliberal karşılıklı bağımlılık anlayışının hem de yapısalcı normatif kimlik inşasının iç içe geçtiği karmaşık bir tablo ortaya koymaktadır.

Özellikle “Avrupa Stratejik Özerkliği” (ASÖ) kavramı, Lizbon Antlaşması ve Stratejik Pusula gibi belgelerle kurumsal bir nitelik kazanırken, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un söylemleriyle Avrupa’nın sadece savunma değil, aynı zamanda ekonomi, teknoloji ve değer temelli dış politikada bağımsız bir aktör olma iddiasının simgesi haline gelmiştir. Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Asya-Pasifik bölgesine stratejik ağırlık vermesi, Avrupa’da bu özerklik tartışmalarını yeniden hızlandırmış, “kendi ayakları üzerinde duran bir Avrupa” söylemini güçlendirmiştir.

Çin’in yükselişi, Avrupa üzerinde özellikle ekonomik, teknolojik ve jeoekonomik alanlarda belirgin etkiler yaratmıştır. 2024 yılı itibarıyla Çin, AB’nin en büyük ithalat ortağı haline gelmiş ve yaklaşık 305 milyar avroluk bir ticaret açığına yol açmıştır. Bu açığın büyük bölümü, Avrupa sanayisinin Çin menşeli ara mallara olan yoğun bağımlılığından kaynaklanmaktadır. İthalatın %96’sını oluşturan imalat ürünleri, Çin’in Avrupa tedarik zincirlerinde ne denli merkezi bir konuma sahip olduğunu göstermektedir. Ancak 2025 yılında yürürlüğe giren Avrupa Endüstriyel Dayanıklılık Yasası kapsamında, yerli üretimin teşviki ve kritik sektörlerde stratejik çeşitlendirme hedefleri belirlenmiş, böylece Çin’e olan bağımlılığı kademeli biçimde azaltma yönünde bir irade ortaya konmuştur. Bununla birlikte 5G altyapısında Huawei ve ZTE gibi Çinli tedarikçilere getirilen kısıtlamalar, teknoloji güvenliği alanında süregelen çekinceleri yansıtmaktadır. Ayrıca yapay zekâ, yarı iletken çip üretimi ve yeşil enerji teknolojileri gibi yeni nesil sektörlerde de benzer bir stratejik temkinlilik yaklaşımı dikkat çekmektedir. Çin’in nadir toprak elementleri üzerindeki kontrolü, Avrupa’nın yeşil ve dijital dönüşüm hedeflerinde ciddi bir kırılganlık unsuru olarak kalmaya devam etmektedir.

Jeoekonomik düzlemde ise Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) kapsamında Avrupa kıtasında gerçekleştirdiği liman, demiryolu ve enerji altyapı yatırımları, AB’nin stratejik çevresinde artan bir nüfuz oluşturmuştur. Özellikle Pire Limanı gibi örnekler, Çin’in Avrupa pazarına giriş noktalarını derinleştirdiğini ve bu yatırımlar aracılığıyla siyasi etki kapasitesini artırdığını göstermektedir. Buna karşılık AB, “risk azaltma” politikasını merkeze alarak Kritik Hammaddeler Yasası, 5G Siber Güvenlik Kutusu ve Anti-Zorlama Aracı (ACI) gibi politika araçları geliştirmiştir. Bu çerçeve, ekonomik kopuşu değil, stratejik bağımlılıkların yönetilebilir hale getirilmesini amaçlamaktadır. Ancak bu çabalar, üye devletler arasındaki farklı ulusal çıkar hesapları nedeniyle çoğu zaman tutarlı bir bütünlüğe ulaşamamaktadır.

Nitekim AB’nin Çin politikasındaki en büyük zorluklardan biri, üye devletler arasında ortak bir stratejik çizgi oluşturamamaktır. Almanya, otomotiv ve makine sektörlerindeki yüksek bağımlılığı nedeniyle “ayrışma değil, risk azaltma” prensibini benimserken, Fransa daha ideolojik bir çizgide Avrupa savunma kapasitesini öne çıkarmakta ve stratejik özerklik söylemini güçlendirmektedir. İtalya’nın 2023 sonunda KYG’den çekilme kararı, Avrupa içinde sembolik bir yön değişimi olarak değerlendirilmiştir. Ancak Roma, Washington’la ilişkilerini yeniden dengelemeye çalışırken Çin’le ekonomik ilişkilerini tamamen koparmamıştır.

Hollanda ise ileri teknoloji ihracatına getirdiği lisans kısıtlamalarıyla “stratejik seçici açıklık” ilkesini hayata geçirmiştir. Buna karşın Macaristan ve Sırbistan gibi ülkeler, Çin yatırımlarına verdiği destekle AB’nin ortak duruşunu zayıflatmakta, bu da Birliğin tek sesli bir dış politika geliştirmesini güçleştirmektedir. Doğu Avrupa ülkelerinde ise Çin-Rusya yakınlaşmasının yarattığı güvenlik endişeleri, ABD ile askeri işbirliğini derinleştirmiş ve transatlantik bağları yeniden ön plana çıkarmıştır. Avrupa Komisyonu’nun 2025 yılında yayımladığı “AB-Çin Stratejik İnceleme Raporu”nda da bu uyumsuzluklar, Birliğin stratejik özerklik hedefinin önündeki en ciddi yapısal engel olarak belirtilmiştir.

Pekin açısından bakıldığında ise Avrupa’nın stratejik özerklik arayışı ikili bir anlam taşımaktadır. Çin, AB’nin ABD’den kısmen bağımsız hareket etme çabasını, küresel güç rekabetinde kendisi için potansiyel bir fırsat olarak görmektedir. Ancak transatlantik bağların derinliği ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) Ukrayna Savaşı sonrası yeniden güçlenen rolü, bu özerklik arayışının pratikte sınırlı kalmasına yol açmaktadır. 2025 yılı itibarıyla ABD ile Çin arasındaki teknoloji rekabeti, özellikle yapay zekâ çipleri, kuantum bilişim ve enerji depolama teknolojileri alanında yeni bir “jeoteknolojik ayrışma” dönemini başlatmıştır. Bu durum, AB’yi stratejik bir denge politikasına zorlamaktadır. ABD-AB Ticaret ve Teknoloji Konseyi aracılığıyla transatlantik işbirliği kurumsallaşsa da bu süreç aynı zamanda AB’nin özerklik hedefi ile ABD’ye olan fiilî bağımlılığı arasında derin bir çelişki yaratmaktadır. Öte yandan Çin, Tayvan, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi ve Tibet Özerk Bölgesi gibi çekirdek çıkarları konusunda tavizsiz tutumunu sürdürmektedir. Bu da AB’nin değer temelli dış politika yaklaşımıyla sürekli bir gerilim alanı oluşturmaktadır.

Geleceğe dönük olarak AB-Çin ilişkilerinin üç temel senaryo çerçevesinde şekillenmesi olası görünmektedir. Birincisi, sınırlı alanlarda işbirliğine dayanan pragmatik bir modeldir: iklim değişikliğiyle mücadele, yeşil finansman ve dijital standartların belirlenmesi gibi konular bu kapsama girmektedir. İkincisi, Tayvan Boğazı’nda ya da Güney Çin Denizi’nde yaşanabilecek bir kriz durumunda çatışma eğiliminin artması ve AB’nin ABD ile zorunlu uyum içine girmesidir. Bu durum yüksek ekonomik maliyetler doğurabilecektir. Üçüncü ve en muhtemel senaryo ise AB’nin güvenlikte ABD, ekonomide ise Çin’le ilişkilerini paralel biçimde sürdürmeye çalıştığı, ancak bu durumun uzun vadede stratejik özerklik hedefini aşındırabileceği ikili denge senaryosudur.

Sonuç olarak Çin’in küresel yükselişi, AB için yalnızca ekonomik ya da jeopolitik bir meydan okuma değil, aynı zamanda kendi küresel kimliğini yeniden tanımlaması gereken tarihsel bir dönüm noktasını temsil etmektedir. AB’nin bu çok boyutlu açmazdan başarıyla çıkabilmesi, yalnızca ekonomik çeşitlendirme ve teknolojik kapasite geliştirmeye değil, aynı zamanda ortak bir stratejik kültürün inşasına da bağlıdır. Avrupa, Çin karşısında kendisini savunmacı bir pozisyona hapsetmek yerine stratejik özerklik arayışını çok kutuplu bir sistemde etkin bir aktör olma hedefiyle birleştirebildiği ölçüde küresel düzeyde ağırlık kazanacaktır. Çin’in yükselişi ise Avrupa için bir tehditten ziyade küresel düzenin yeniden tanımlandığı bu dönemde, kendi politik kapasitesini ve dayanıklılığını sınayan bir fırsat alanı olarak değerlendirilebilir.

Prof. Dr. Ali AYATA
Prof. Dr. Ali AYATA
1978’de Ankara’da doğan Ali Ayata, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini 1997–2008 yılları arasında Avusturya’da Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında tamamlamıştır. 2013 yılında “Uluslararası İlişkiler” alanında doçent, 2018 yılında ise profesör unvanını almıştır. Akademik çalışmaları ağırlıklı olarak Türk dış politikası, güvenlik, terörizm, Avrupa Birliği, Batı ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konularına odaklanmaktadır. Bu alanlarda yurt içinde ve yurt dışında çeşitli bilimsel dergilerde yayımlanmış İngilizce, Almanca ve Türkçe makaleleri ile kitapları bulunmaktadır. Halen Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Benzer İçerikler