Analiz

ABD-Venezuela Hattında Artan Askeri Gerilim ve Stratejik Yansımaları

Venezuela, post-hegemonik dünyanın mikro düzeydeki yansıması olarak değerlendirilebilir.
Latin Amerika ülkeleri, edilgen bir coğrafya olma konumunu aşarak kendi bölgesel vizyonlarını oluşturma potansiyeline sahiptir.
Karayipler’deki bu sessiz gerilim, Latin Amerika’nın bir kez daha dış güçlerin müdahaleleriyle şekillenen kaderine dönüşebilir.

Paylaş

Latin Amerika, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından uzun süre Washington’un dış politika gündeminde ikincil bir konumda yer almıştır. Ancak son yıllarda bölge, yalnızca göç, uyuşturucu kaçakçılığı veya enerji güvenliği gibi klasik sorun alanlarıyla değil, aynı zamanda büyük güç rekabetinin yeni cephesi olarak da dikkat çekmektedir. Bu dönüşümün en görünür örneklerinden biri, günümüzde Karayipler’de yaşanan askerî gerilimde gözlemlenmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Venezuela açıklarında artan askerî varlığı, yalnızca iki ülke arasındaki ikili anlaşmazlıkların değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel ölçekte şekillenen jeopolitik yeniden konumlanmanın da somut bir yansımasıdır.

Ağustos 2025’ten itibaren ABD, Karayip Denizi’ne sekiz savaş gemisi, on F-35 savaş uçağı ve bir nükleer denizaltı konuşlandırmıştır. Pentagon, bu askeri yığınağı “uluslararası uyuşturucu kaçakçılığına karşı geniş kapsamlı bir operasyonun parçası” olarak tanımlamaktadır. Ancak Latin Amerika’da bu açıklamaya duyulan güven oldukça sınırlıdır. Bölge ülkelerinin kamuoylarında hakim kanaat, Washington’un bu operasyonları bölgesel nüfuzunu pekiştirmek ve Venezuela yönetimine yönelik örtülü bir baskı aracı olarak kullandığı yönündedir.

Venezuela Savunma Bakanı Vladimir Padrino López’in açıklamaları, Venezuela hükümetinin bu gelişmelere ilişkin derin endişesini yansıtmaktadır. Venezuela Ordusu, kıyı savunma tatbikatlarını yoğunlaştırmış ve devlet televizyonlarında yayınlanan görüntülerde Rus yapımı Igla-S taşınabilir hava savunma sistemleriyle donatılmış milis güçlerinin eğitimleri dikkat çekmiştir. Bu faaliyetler yalnızca sembolik bir güç gösterisi değil, aynı zamanda Venezuela’nın Rusya’yla askeri işbirliğini görünür kılma ve caydırıcılık kapasitesini artırma girişimi olarak değerlendirilebilir.

ABD, Venezuela’ya yönelik askeri varlığını uzun süredir “uluslararası güvenlik” ve “uyuşturucuyla mücadele” ekseninde meşrulaştırmaya çalışmaktadır. Ancak ABD Donanması’nın yürüttüğü operasyonlarda en az 43 kişinin yaşamını yitirdiği, on geminin batırıldığı yönündeki bilgiler kamuoyuna yansıdıktan sonra bu söylemin inandırıcılığı ciddi biçimde sorgulanmaya başlamıştır. Uluslararası hukuk çevrelerinde bu tür operasyonların meşru müdafaa ilkesiyle bağdaşmadığı, hatta bazı durumlarda “savaş suçu” tanımına yaklaşabileceği yönünde değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu bağlamda Washington’un askeri müdahaleci politikalarının, uluslararası hukuk normları açısından ciddi bir gri alanda konumlandığı söylenebilir. ABD’nin düzeni koruma yaklaşımı, özellikle egemenlik ilkesine büyük önem veren Latin Amerika toplumlarında tarihsel olarak şüpheyle karşılanmaktadır.

Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro, ABD’nin Karayipler’deki askeri yığınağını “yeni bir ebedi savaşın başlangıcı” olarak nitelendirmiştir. Bu ifade, yalnızca duygusal bir tepki değil aynı zamanda Venezuela’nın ideolojik pozisyonunun da açık bir yansımasıdır. Maduro’ya göre Washington, her dönemde farklı gerekçeler öne sürse de esas hedefi değişmemektedir: bağımsız ve ABD karşıtı hükümetleri zayıflatmak ya da devirmek. Bu argüman, Venezuela’nın “anti-emperyalist” gelenekle tanımlanan Bolivarcı siyasal mirasını yeniden canlandırma çabasını güçlendirmektedir. Hugo Chávez döneminde kurumsallaşan bu ideolojik çerçeve, ABD’nin bölgedeki etkisini sınırlamayı ve çok kutuplu bir uluslararası düzenin parçası olmayı amaçlamaktaydı. Ancak günümüzde Maduro yönetimi bu mirası çok daha elverişsiz koşullar altında sürdürmektedir. Ülke ağır bir ekonomik krizle karşı karşıyadır, petrol üretimi neredeyse çökmüş durumdadır ve milyonlarca Venezuelalı ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Buna rağmen hükümet yetkilileri, askeri direnişi ulusal egemenliğin son savunma hattı olarak görmektedir.

ABD, Maduro yönetimini yalnızca otoriter bir rejim olarak değil, aynı zamanda “uluslararası organize suç ağlarının merkezi” olarak tanımlamaktadır. Bu söylem, Washington’un Venezuela’ya yönelik ekonomik yaptırımlarını ve bölgedeki askeri varlığını meşrulaştıran temel gerekçe haline gelmiştir. Ancak bu sert yaklaşımın bölgesel düzeyde ters etki yarattığı gözlemlenmektedir. Örneğin Brezilya, resmi söyleminde temkinli bir dil kullanmakla birlikte, eski Dışişleri Bakanı Celso Amorim, ABD’nin askeri müdahalelerinin “Güney Amerika’nın tarihsel travmalarını canlandırabileceğini ve kıtayı yeniden kutuplaştırma riski taşıdığını” belirtmiştir. Gerçekten de Latin Amerika’da ABD’nin her askeri hamlesi, 20. yüzyıl boyunca yaşanan darbeleri, işgalleri ve gizli operasyonları hatırlatmaktadır. Nikaragua’dan Şili’ye, Küba’dan Guatemala’ya uzanan tarihsel hafıza, Washington’un bölgedeki askeri girişimlerine yönelik derin bir güvensizlik üretmektedir. Bu nedenle ABD Donanması’nın Venezuela açıklarındaki varlığı, yalnızca bir güvenlik önlemi değil, aynı zamanda kolektif hafızada tarihsel bir uyarı olarak algılanmaktadır.

Bölgesel denklemi daha karmaşık hale getiren bir diğer unsur, Kolombiya’daki FARC örgütünün bir fraksiyonu olan Estado Mayor Central (EMC) grubunun açıklamaları olmuştur. EMC, olası bir ABD müdahalesi durumunda Venezuela’nın yanında savaşacağını duyurmuştur. Bu açıklama, devlet dışı aktörlerin bölgesel güvenlik ortamında halen ideolojik temelli bir dayanışma ağı kurabildiklerini göstermektedir. Dolayısıyla Venezuela krizi, yalnızca devletler arası bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda sınır aşan ideolojik dayanışmaların yeniden canlandığı çok katmanlı bir güvenlik sorununa dönüşmüştür.

Venezuela’nın Batı dünyasından dışlanması, ülkeyi yeni stratejik ortaklık arayışlarına yöneltmiştir. Bu bağlamda Çin ve Rusya, ortaya çıkan boşluğu hızla doldurmuştur. Çin, Venezuela devlet petrol şirketi PDVSA ile enerji altyapısına ilişkin yeni yatırım anlaşmaları imzalamış, Rusya ise ülkenin savunma sistemlerini modernize etmeye yönelik teknik destek sağlamıştır. Rus askeri danışmanları ve Küba istihbarat uzmanları, Venezuela Ordusu’nun yeniden yapılanma sürecinde etkin rol üstlenmektedir. Bu gelişmeler, Karayipler’deki jeopolitik rekabeti yalnızca ABD-Venezuela ekseninde değil, aynı zamanda daha geniş bir ABD-Çin-Rusya üçgeni bağlamında yeniden şekillendirmektedir. Washington açısından bakıldığında ise, Karayipler’deki askeri varlık artık yalnızca Venezuela yönetimine karşı değil; aynı zamanda Çin ve Rusya’nın bölgedeki nüfuzuna karşı caydırıcı bir politika aracıdır. Ancak bu stratejik mesaj, beklenenin aksine, Latin Amerika toplumlarında artan anti-Amerikan duygulara yol açmaktadır. Tarihsel olarak dış müdahalelere karşı hassas olan bölge halkları, ABD’nin her yeni askeri tatbikatını bir güvenlik tedbiri değil, egemenlik ihlali olarak yorumlamaktadır.

Venezuela, dünyanın en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip olmasına karşın, üretim kapasitesindeki çöküş ve ABD yaptırımları nedeniyle enerji altyapısında ciddi zorluklar yaşamaktadır. Buna rağmen Çin ve Hindistan gibi ülkeler,Venezuela yönetimiyle dolaylı ticaret kanalları geliştirerek petrol akışını sürdürmeye çalışmaktadır. Maduro yönetimi, bu süreçte ekonomisini BRICS blokuna entegre etmeyi bir çıkış stratejisi olarak görmektedir. Bu eğilim, Latin Amerika’nın ekonomik yapısında da önemli bir kırılmaya işaret etmektedir. Geleneksel olarak ABD’ye ihracata, dolara dayalı finansman sistemine ve IMF reçetelerine bağımlı olan bölge, giderek çok kutuplu bir ekonomik işbirliği modeline yönelmektedir. Ancak bu geçiş sancılıdır. Çin’in kredileri ve Rusya’nın askeri desteği Venezuela’nın yapısal ekonomik krizini çözmekte yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte bu destekler Venezuela yönetimine sınırlı da olsa bir “stratejik nefes alanı” kazandırmaktadır.

Karayipler’deki mevcut askeri gerilim, Latin Amerika’nın tarihsel kaderine ilişkin temel bir soruyu yeniden gündeme getirmektedir; Bölge, büyük güçlerin rekabet alanı olmaktan çıkabilecek midir? Bugün ABD’nin güvenlik söylemi, Venezuela’nın direniş retoriği ve Çin ile Rusya’nın artan ekonomik ve askeri nüfuzu, Latin Amerika’da iç içe geçmiş çok katmanlı bir jeopolitik tablo yaratmaktadır. Her aktör kendi çıkarını korumaya çalışırken, bölge yeni bir küresel hesaplaşmanın laboratuvarına dönüşmektedir. Venezuela örneği, artık yalnızca tekil bir kriz olarak değil, post-hegemonik dünyanın mikro düzeydeki yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte Latin Amerika ülkeleri, edilgen bir coğrafya olma konumunu aşarak kendi bölgesel vizyonlarını oluşturma potansiyeline sahiptir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bölge devletlerinin ortak bir stratejik vizyon geliştirmesi ve bağımsızlık kavramını yalnızca tarihsel bir miras olarak değil, güncel bir politik hedef olarak yeniden tanımlamaları gerekmektedir. Aksi takdirde Karayipler’deki bu sessiz gerilim, Latin Amerika’nın bir kez daha dış güçlerin müdahaleleriyle şekillenen kaderine dönüşebilir.

Prof. Dr. Ali AYATA
Prof. Dr. Ali AYATA
1978’de Ankara’da doğan Ali Ayata, lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerini 1997–2008 yılları arasında Avusturya’da Viyana Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler alanında tamamlamıştır. 2013 yılında “Uluslararası İlişkiler” alanında doçent, 2018 yılında ise profesör unvanını almıştır. Akademik çalışmaları ağırlıklı olarak Türk dış politikası, güvenlik, terörizm, Avrupa Birliği, Batı ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konularına odaklanmaktadır. Bu alanlarda yurt içinde ve yurt dışında çeşitli bilimsel dergilerde yayımlanmış İngilizce, Almanca ve Türkçe makaleleri ile kitapları bulunmaktadır. Halen Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır.

Benzer İçerikler