Avrupa Birliği’nin (AB) göç politikalarında son dönemde ortaya çıkan sertleşme hem Birlik içi siyasi atmosferde yükselen güvenlikçi eğilimlerin hem de üye devletlerin uzun süredir çözülemeyen yük paylaşımı sorunlarının kurumsal düzeyde yeniden düzenlenmesiyle yakın bağlantı içindedir. Özellikle 2015 sonrası krizden itibaren artan aşırı sağ eğilimler, iç güvenlik kaygılarının güçlenmesi, geri dönüş oranlarının düşük seyretmesi ve üye devletlerin gönüllü dayanışmaya dayalı önceki mekanizmalarda başarısız olması, AB’yi daha merkezi ve daha kuralcı bir göç yönetimi modeline yöneltmiştir. Bu bağlamda 2026 yılı itibarıyla uygulamaya geçecek yeni AB Göç ve İltica Paktı, sınırda hızlandırılmış iltica prosedürleri, yüksek riskli ülkelerden gelen başvuruların daha hızlı reddi, AB dış sınırlarının askeri-teknik kapasiteyle güçlendirilmesi ve geri kabul mekanizmalarının sıkılaştırılmasına dayanan daha sert bir düzen kurmaktadır. Bu dönüşüm, Türkiye’nin AB ile göç ilişkisinin mevcut mimarisini doğrudan etkileyerek hem 18 Mart Mutabakatı’nın yeniden tanımlanmasını hem de Türkiye’nin göçü bir dış politika enstrümanı olarak kullanma kapasitesinin daralmasını beraberinde getirmektedir.
AB’nin sertleşen göç yaklaşımı esasen üç temel stratejik eksene dayanmaktadır: Birincisi, göç akışının AB sınırlarına ulaşmadan durdurulması; ikincisi, AB içindeki iltica yükünün kontrollü biçimde yönetilmesi ve üçüncüsü ise üye devletler arasında zorunlu bir yük paylaşım mekanizması yerine finansal telafiye dayalı bir dayanışma sisteminin kurulmasıdır. Bu çerçevede Dayanışma Mekanizması, sığınmacı kabul etmeyen üye devletlerin kişi başı yaklaşık 20.000 avro ödeme yapmasını öngörerek göç yükünün AB içinde yeniden dağıtılmasını hedeflemektedir. Ancak bu merkezi stratejinin uygulanması, AB’nin iç dinamiklerinden bağımsız değildir. Dayanışma Mekanizması, Polonya ve Macaristan gibi ülkelerde egemenlik ihlali olarak görülmekte ve ciddi siyasi dirençle karşılaşmaktadır. Ayrıca hızlandırılmış sınır prosedürleri ve güvenli üçüncü ülke kavramının genişletilmesi, Avrupa Adalet Divanı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde önemli hukuki mücadelelere konu olma potansiyeli taşımaktadır. Bu iç çekişmeler ve yargısal denetim, Pakt’ın tam anlamıyla ve zamanında hayata geçirilmesini geciktirebilir veya şeklini değiştirebilir.
Bu mekanizma, AB içi dayanışmayı artırsa bile Türkiye açısından yükü hafifletici bir sonuç doğurmamakta, aksine dış sınır ülkelerinin özellikle Yunanistan ve Bulgaristan’ın, AB destekli yeni göç kontrol kapasiteleriyle Türkiye’ye yönelik geri itme ve hızlı geri gönderme baskısını artırmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin güvenli üçüncü ülke olarak daha sistematik şekilde sınıflandırılmasıyla birleştiğinde, AB’nin iltica başvurularını daha kolay reddedip Türkiye’ye geri gönderme eğiliminin güçleneceği anlaşılmaktadır. Ancak bu eğilim mutlak değildir. Türkiye’ye yönelik güvenli üçüncü ülke sınıflandırmasının genişletilmesi, fiili bir toplu geri gönderme rejimi kurma niyetini yansıtıyor görünse de Türkiye’nin coğrafi çekince nedeniyle Avrupa dışından gelen mültecilere tam koruma sağlamaması ve insan hakları alanındaki bazı uygulamalar, uluslararası hukuk (1951 Cenevre Sözleşmesi) ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özellikle 3. maddesi kapsamında ciddi itirazlara ve yargı engellerine yol açabilir. Bu hukuki direnç, AB’nin daha kolay geri gönderme pratiğini frenleyebilecek önemli bir faktördür. Fakat burada önemli olan bunun ne ölçüde etkili olacağı, yani AB’nin kendi hukuki düzenine ve insan hakları standartlarına fiilen ne kadar riayet edeceğine bağlıdır.
Türkiye’nin bu yeni mimarideki konumu, AB açısından bir tampon bölgeden çok bir yük üstlenici dış ortak niteliği kazanmaktadır. Göçün AB tarafından dışsallaştırılması, Türkiye’yi daha fazla sorumluluk taşıyan ama karar mekanizmalarında sınırlı söz hakkına sahip bir aktör hâline getirmektedir. Bu bağlamda AB’nin dışsallaştırma stratejisi yalnızca Türkiye ile sınırlı değildir. Benzer “hibrit” anlaşmalar Tunus, Mısır ve Libya gibi diğer transit ülkelerle de geliştirilmeye çalışılmaktadır. Bu durum, uzun vadede Türkiye’nin alternatifsiz konumunu kısmen de olsa zayıflatabilir veya AB’ye pazarlık stratejisini çeşitlendirme imkânı verebilir. Bu bağlamda AB’nin mali destekleri ve teknik yardımları artırma ihtimali bulunsa da Türkiye’nin fiilen daha fazla idari, hukuki ve sosyoekonomik yük üstleneceği açıktır. Bu yükün artışı, Türkiye’nin hâlihazırda barındırdığı yaklaşık dört milyon sığınmacının yönetimi, yerel baskıların yoğunlaşması ve toplumsal kabul dinamiklerinin zayıflaması gibi iç politik sorunlarla birleştiğinde Ankara’nın hareket alanını daraltmaktadır. Paradoksal bir şekilde, AB’nin sertleşen politikaları ve geri gönderme vurgusu, Türkiye’deki geri gönderme yanlısı söylem ve politikaları iç siyasette meşrulaştırıcı bir etki de yapabilir. Yani, Türkiye’nin dış politikada göçü bir enstrüman olarak kullanma kapasitesi daralırken, iç politikada bu alandaki uygulamalar için dışardan gelen bir onay veya zorunluluk algısı güçlenebilir.
AB’nin göç politikasındaki sertleşmenin Türkiye-AB ilişkilerine etkisi, yalnızca güvenlik ve insani boyutlarla sınırlı olmayan daha geniş bir stratejik dönüşümü işaret etmektedir. Mevcut durumda göç, iki taraf arasında bir tür pazarlık başlığı olarak işlev görmeye devam etse de AB’nin giderek belirginleşen güvenlik merkezli yaklaşımı çerçevesinde bu pazarlık alanının daralması muhtemeldir. Bu eğilim sürdüğü takdirde Türkiye’nin uzun süredir gündemde tuttuğu vize serbestisi, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve yüksek düzeyli siyasi diyalog mekanizmalarının canlandırılması gibi pozitif gündem maddelerinin daha da geri plana itilmesi beklenebilir. Çünkü AB, artan göç baskısı karşısında içeride daha korumacı, dışarıda ise risklerin sınır ötesine taşınmasına dayalı bir güvenlik mimarisini kurumsallaştırmaya yönelmektedir. Bu da Türkiye’nin işbirliği beklentileriyle yapısal bir uyumsuzluk ortaya çıkarabilir. Bu çerçevede 18 Mart Mutabakatı’nın geleceği de giderek belirsizlik kazanmaktadır.
Yeni AB Göç ve İltica Paktı’nın sunduğu prosedürler ve finansman araçlarının, mutabakatı yeniden müzakere etmeye gerek bırakmadan işlevsizleştirme veya daha geniş bir hukuki-siyasal çerçeve içinde eritme eğilimi yaratması mümkündür. Böyle bir durumda mutabakat, iki taraf arasında sembolik ve siyasi bir referans belge niteliğini korusa bile operasyonel açıdan paktın mekanizmaları tarafından gölgede bırakılabilir. Bu eğilim, Türkiye’nin AB karşısındaki müzakere kapasitesini azaltarak hem göçün dış politikada kullanılabilirliğini hem de vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi pozitif gündemlere ulaşma imkânlarını sınırlayabilir.
Bununla birlikte Türkiye, jeopolitik konumu, AB’ye yönelen düzensiz göç akışlarının kontrolündeki belirleyici rolü ve çok büyük bir sığınmacı nüfusuna hâlihazırda ev sahipliği yapması nedeniyle AB açısından vazgeçilmez bir ortak olmaya devam etmektedir. Türkiye’nin uluslararası hukuk çerçevesine uyumlu biçimde yürüttüğü göç ve koruma politikaları, AB’nin dışsallaştırma stratejisinin fiilî dayanak noktalarından birini oluştururken, bu durum aynı zamanda AB’nin kendi taahhütlerine sadık kalması gerekliliğini de daha görünür kılmaktadır. Bu çerçevede vize serbestisi sürecinin ilerletilmesi, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve mali destek mekanizmalarının şeffaf, öngörülebilir ve sürdürülebilir bir yapıya kavuşturulması gibi vaatlerin yerine getirilmesi, ortaklığın eşitlikçi ve güvene dayalı bir zeminde devamı açısından kritik önem taşımaktadır. Aksi takdirde AB’nin tek taraflı güvenlikçi yaklaşımı ile Türkiye’nin taşıdığı insani, ekonomik ve siyasi yük arasındaki makasın açılması hem işbirliğinin sürdürülebilirliğini zayıflatacak hem de göç yönetiminin ortak çıkar temelinden uzaklaşmasına yol açabilecektir.
Sonuç olarak ifade edilebilir ki AB’nin göç kurallarını sertleştirmesi, Türkiye’yi, halihazırda çok büyük bir sığınmacı nüfusu barındıran ve fiilen AB’nin dış sınırlarının korunmasına katkı sunan bir ülke olarak, sistemin ağır sorumluluklarını taşıyan ancak Birlik içi dayanışma mekanizmasının dışında bırakılan bir konuma sürüklemektedir. Bu yeni mimari, AB içindeki yük paylaşımını kolaylaştırırken, paradoksal biçimde Türkiye gibi AB dışı ortaklar üzerindeki yükün daha da artmasına neden olmaktadır. Türkiye, coğrafi konumu ve mevcut insani sorumlulukları nedeniyle AB açısından vazgeçilmez bir ortak konumunu korumakta, ancak bu ortaklığın sürdürülebilirliği, AB’nin Türkiye’ye yönelik taahhütlerini somutlaştırmasına bağlı görünmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin göç yönetimi, yalnızca insani bir zorunluluk değil, aynı zamanda AB ile ilişkilerin genel seyrini belirleyen stratejik bir alan olmayı sürdürmektedir. Bununla birlikte Türkiye’nin üstlendiği yükün adil şekilde paylaşılması ve karşılıklılığa dayalı bir işbirliği hukuki, siyasi ve etik açıdan önem taşımaktadır. AB’nin kendi iç dayanışma mekanizmalarını güçlendirirken, dış ortaklara yönelik sorumluluklarını ihmal etmemesi beklenmektedir. Türkiye’nin ise mevcut kapasitesini koruyarak uluslararası yükümlülükleri doğrultusunda bu işbirliğini sürdürmeye devam etmesi oldukça yerinde bir strateji olacaktır. Aksi halde ortaya çıkacak asimetrik yapı Türkiye’yi AB’nin sertleşen göç rejiminin uygulayıcısı ancak karar süreçlerine etkisi sınırlı bir aktör hâline getirebilir.
