Rusya-Ukrayna Savaşı’nın uzaması ve bu çatışmanın Avrupa güvenlik düzeni üzerindeki yıkıcı etkilerinin giderek görünür hâle gelmesi, kıtada uzun süredir bastırılmış olan savaş olasılığını yeniden gündemin merkezine taşımıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Avrupa, savaşın tarihsel bir istisna olduğu ve kıta içinde büyük ölçekli askeri çatışmaların artık mümkün olmadığı varsayımıyla hareket etmiştir. Ancak son dönemde Avrupa liderlerinin açıklamaları, bu varsayımın hızla aşındığını ve yerini belirsizlik, güvensizlik ve açık bir savaş korkusuna bıraktığını ortaya koymaktadır. Özellikle 2026 yılına ilişkin vurgular, Avrupa’nın güvenlik algısında kritik bir eşik noktası olarak öne çıkmaktadır. Bu yıl, Rusya’nın askeri-sanayi kapasitesinin tam potansiyeline ulaşması, Avrupa ülkelerinin savunma hazırlıklarını yoğunlaştırması ve ABD ile büyük Avrupa devletlerinde yapılacak seçimlerin bölgesel ve küresel istikrar üzerinde doğrudan etkiler yaratması açısından yüksek riskli bir dönem olarak değerlendirilmektedir. Böylece 2026, savaş ihtimalinin yalnızca teorik bir senaryo olmaktan çıkıp, liderlerin stratejik planlamalarında ciddi biçimde dikkate aldığı somut bir risk hâline geldiği bir yıl olarak öne çıkmaktadır.
Bu bağlamda Macaristan Başbakanı Viktor Orbán’ın[i] “Bu yıl Avrupa için son barış dönemi olabilir” yönündeki açıklaması, yalnızca Rusya kaynaklı bir tehdide işaret etmekle kalmayıp, Avrupa’nın barış sonrası döneme ilişkin zihinsel konfor alanının ciddi biçimde sarsıldığını göstermektedir. Orbán’ın söylemi, Avrupa bütünleşmesinin barışı otomatik olarak ürettiği yönündeki liberal varsayımların artık geçerliliğini yitirdiğini ima etmektedir. Bu perspektiften bakıldığında savaş, Avrupa için artık dışlanan bir ihtimal değil, siyasal planlamada dikkate alınması gereken somut bir risk olarak ele alınmaktadır. Orbán’ın “savaşa doğru ilerliyoruz” ifadesi, Avrupa’nın pasif bir şekilde sürüklendiği izlenimini değil, mevcut politik tercihlerin ve stratejik eksikliklerin, örneğin, yetersiz silahlanma, caydırıcılık kapasitesinin sınırlılığı veya kolektif güvenlik mekanizmalarının henüz yeterince devreye sokulmaması, Avrupa’yı potansiyel bir çatışma ortamına doğru ittiği algısını güçlendirmektedir.
Bu çerçevede, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Rusya-Ukrayna Savaşı’nı küresel bir çatışmaya dönüştüren bir süreç olarak tanımlaması, Avrupa’daki güvenlik riskinin sadece bölgesel değil, sistemik boyut kazandığını göstermektedir. Macron’a göre bu savaş, devletleri hızla yeniden silahlanmaya zorlamış ve askeri kapasiteyi uluslararası politikanın merkezine geri taşımıştır. Güvenlik ikilemi bağlamında değerlendirildiğinde, Avrupa’nın savaşı önlemek amacıyla attığı askeri adımların, karşı taraf tarafından tehdit olarak algılanması nedeniyle, savaş ihtimalini besleyen bir döngü yarattığı anlaşılmaktadır. Macron’un Rusya’yı Avrupa için açık bir tehdit olarak tanımlaması, kıtanın artık Rusya’yı işbirliği yapılabilecek bir aktör değil, Avrupa düzenini hedef alan revizyonist bir güç olarak algıladığını ortaya koymaktadır. Bu algı, aynı zamanda Avrupa Birliği’nin stratejik özerklik arayışını hızlandırmakta ve savunma politikalarının merkezine daha etkin bir askeri ve diplomatik caydırıcılık yaklaşımını yerleştirmektedir.
Bu perspektifi NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin açıklamaları tamamlamaktadır. Rutte, 11 Aralık 2025’te Berlin’de yaptığı konuşmada, Avrupa’nın karşı karşıya olduğu tehdit algısını vurgulayarak, Rusya’nın Avrupa’ya yönelik olası bir saldırısının “atalarımızın ve büyüklerimizin yaşadığı savaş ölçeğinde[ii]” olabileceğini ifade etmiştir. Rutte, “Çatışma kapımızda. Rusya savaşı Avrupa’ya geri getirdi. Ve biz buna hazırlıklı olmalıyız” diyerek, tehdidin artık yalnızca Avrupa çevresinde değil, doğrudan kıtanın iç güvenliğini etkileyen bir boyuta ulaştığını belirtmiştir. Ayrıca, NATO müttefiklerinin birçoğunun Rusya tehdidinin aciliyetini tam olarak hissetmediğini ve savunma harcamaları ile üretim kapasitesinin hızla artırılması gerektiğini vurgulamıştır. Bu açıklamalar, Avrupa güvenlik mimarisinde yaşanan kırılmayı tarihsel bir bağlam içinde ortaya koymakta ve NATO’nun son otuz yılda benimsediği kriz yönetimi ve sınırlı müdahale anlayışından uzaklaştığını göstermektedir. “Risk kapımıza kadar geldi” ifadesi, caydırıcılığın teorik bir kavram olmaktan çıkarak varoluşsal bir zorunluluk hâline geldiğini ortaya koymakta, NATO’nun Doğu Kanadı’nda Soğuk Savaş’tan bu yana yapılan en büyük askeri yığınaklar ise bu zihniyet değişiminin somut göstergesini teşkil etmektedir. Böylece Rutte’nin açıklamaları, Avrupa’nın güvenlik algısındaki dönüşümün hem kavramsal hem de fiziki yansımasını açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Almanya’dan gelen açıklamalar ise Avrupa’daki savaş korkusunun en net biçimde dile getirildiği bir başka boyutu ortaya koymaktadır. Şansölye Friedrich Merz, “Ukrayna düşerse Putin durmayacak; Rusya sadece Ukrayna’ya değil, Avrupa’ya karşı da bir savaş başlatmıştır ve amacı Avrupa’daki sınırları temelden değiştirmektir[iii]” ifadelerini kullanarak tehdidin kapsamını ve ciddiyetini açıkça dile getirmektedir. Bu açıklamalar, Rusya’nın yalnızca Ukrayna’yı kontrol altına almakla kalmayıp, Avrupa düzenini temelden değiştirmeyi hedefleyen revizyonist bir aktör olarak konumlandırıldığını göstermektedir. Ayrıca, Almanya gibi tarihsel olarak askeri güç kullanımına temkinli yaklaşan bir ülkenin Zeitenwende (çağ değişimi) doktrini çerçevesinde savunma bütçesinde önemli artışlar ve politika değişiklikleri yapması, Avrupa güvenliği ve kıtadaki zihinsel dönüşümün derinliğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin 2026 yılının daha da kötü olacağına dair uyarısı ve bunu gündelik hayata hitap eden ifadelerle dile getirmesi, savaş korkusunun artık yalnızca askeri ve siyasi elitlerle sınırlı kalmadığını, toplumsal düzeye de sirayet ettiğini göstermektedir. Bu tür söylemler, Avrupa toplumlarının psikolojik olarak uzun süreli bir kriz ve belirsizlik dönemine hazırlanmaya başladığını ortaya koymaktadır. Savaşın gündelik dile girmesi, Avrupa’da barışın kalıcı bir norm olduğu inancının zayıfladığını ve çatışmanın yeniden normalleşebileceği algısını güçlendirmektedir. Bu psikolojik ortam, Avrupa içinde stratejik özerklik ve kimlik arayışlarını da güçlendiren bir söyleme zemin hazırlamaktadır. Meloni’nin daha önceki “Biz Kimsenin Uşağı Değiliz, Özgürlük Pahalı Olabilir ama ABD’nin Kuklası Olmaktan İyidir[iv]” açıklaması da tam bu bağlamda değerlendirilebilir. Bu ifade, yalnızca bir dış politika duruşu olarak değil, aynı zamanda güvenlik korkularının tetiklediği bir “varoluşsal özgürlük” vurgusu olarak okunmalıdır. Söz konusu yaklaşım hem Rusya tehdidine karşı dayanışmayı hem de transatlantik ilişkilerde bağımsız bir irade ve onuru koruma gereğini yansıtmaktadır.
Avrupa’da yayılan savaş korkusu, bu nedenle basit bir “dış tehdide karşı birleşme” çağrısından daha karmaşık bir olgudur; aynı zamanda Avrupa’nın kendi savunmasını inşa etme, kaderini kendi eline alma ve küresel aktörler arasında sıkışmaktan kaçınma isteğini de içermektedir. Bu gelişme, toplumsal dayanıklılık, savunma harcamalarına destek ve askerî hizmete katılım gibi konularda kamuoyu tutumlarını derinden etkileyebileceği gibi, Avrupa projesinin gelecekteki yönü ve kıtanın güvenlik politikalarına ilişkin tartışmalar üzerinde de belirleyici bir rol oynamaktadır.
Avrupalı liderin söylemleri bir bütün olarak ele alındığında, Avrupa’da 2026 yılına yönelik savaş korkusunun tek bir nedene dayanmadığı, aksine çok katmanlı ve birbirine bağlı bir güvenlik krizinin ürünü olduğu görülmektedir. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın sona ermemesi, NATO’nun stratejik dönüşümü, Avrupa’nın askeri kapasite eksiklikleri, ABD Başkanı Trump’ın öngörülemeyen politikaları gibi transatlantik ilişkilerdeki belirsizlikler ve küresel güç rekabetinin Avrupa’ya yansımaları, bu korkuyu besleyen temel unsurlar arasında öne çıkmaktadır. Liderlerin kullandığı sert ve uyarıcı dil, yalnızca savaşın kaçınılmazlığını ilan etmekten ziyade, caydırıcılık üretmeyi, toplumsal farkındalığı artırmayı, savunma bütçelerini yükseltmeyi ve toplumsal seferberlik ile savunma politikalarına meşruiyet kazandırmayı hedeflemektedir.
2026’nın kesin olarak bir savaş yılı olup olmayacağını önceden söylemek akademik açıdan mümkün değildir. Ancak mevcut göstergeler, Avrupa’nın artık barışı otomatik veya varsayılan bir durum olarak görmediğini ve büyük ölçekli bir çatışmayı gerçekçi bir senaryo olarak değerlendirdiğini ortaya koymaktadır. Bu çerçevede, kıta genelinde siyasal, askeri ve toplumsal hazırlıkların artırılması, Avrupa’nın II. Dünya Savaşı sonrası inşa ettiği güvenlik konfor alanından çıkmakta olduğunu ve yeni, yüksek riskli bir jeopolitik döneme girdiğini göstermektedir. Savaş olasılığı fikri, artık yalnızca teorik bir risk değil, aynı zamanda siyasi karar alma süreçlerini, savunma planlamasını ve toplumsal psikolojiyi şekillendiren başlı başına stratejik bir güç olarak işlev görmektedir. Bu nedenle 2026 yılı bir kesin savaş yılı olmasa da Avrupa’nın güvenlik ve kriz algısında bir dönüm noktasına işaret ettiği ve çatışma ihtimaline karşı ciddi hazırlıkların yapıldığı açıktır.
[i] “Macaristan Başbakanı Orban’dan AB’ye sert uyarı: “2026’da tüm Avrupa savaşın içinde olabilir”, CNBC, 25 Aralık 2025,https://www.cnbce.com/haberler/macaristan-basbakani-orbandan-abye-sert-uyari-2026da-tum-avrupa-savasin-icinde-olabilir -h21855, (Erişim Tarihi: 28.12.2025).
[ii] “NATO chief Mark Rutte urges allies to step up defence efforts to prevent a war waged by Russia,”, Reuters, BERLIN, 11 Aralık 2025, https://www.reuters.com/business/aerospace-defense/natos-rutte-warns-allies-they-are-russias-next-target-2025-12-11/, (Erişim Tarihi: 29.12.2025).
[iii] “Almanya Başbakanı Merz uyardı: Pax Americana bitmiştir”, Deutsche Welle, 14 Aralık 2025, https://www.dw.com/tr/almanya-ba%C5%9Fbakan%C4%B1-merz-uyard%C4%B1-pax-americana-bitmi%C5%9Ftir/a-75150031, (Erişim Tarihi: 29.12.2025).
[iv] @tercumanmedya, “İtalya Başbakanı Meloni: Biz kimsenin uşağı değiliz; özgürlüğün bir bedeli var.”, X, https://x.com/tercumanmedya/status/2004860151711314228?s=20, (Erişim Tarihi: 29.12.2025).
