Analiz

Değişen Dünya Düzeninde AB’nin “Küresel Aktörlük” İddiası

AB’nin küresel aktörlük iddiası, ekonomik ve normatif kapasitesine rağmen ciddi sınamalarla karşı karşıyadır.
Derinleşen ABD-Çin rekabeti, AB’yi jeopolitik olarak sıkışmış bir aktör konumuna sürüklemektedir.
AB’nin stratejik özerklik arayışı hem dışsal baskılar hem de içsel kısıtlar nedeniyle sınırlı kalmaktadır.

Paylaş

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle uluslararası sistem, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) küresel düzenin belirleyici aktörü konumuna yükseldiği tek kutuplu bir yapıya bürünmüştür. Bu dönemde ABD, ekonomik ve askeri üstünlüğü sayesinde liberal-demokratik değerlerin yaygınlaştırılması ve küresel güvenlik mimarisinin inşasında normatif ve kurumsal bir öncü rol üstlenmiştir. Ancak 21. yüzyılın başlarından itibaren ABD’nin hegemonik üstünlüğü sorgulanmaya başlanmış, özellikle ikinci on yıldan itibaren uluslararası sistem çok kutuplu bir yapıya doğru belirgin bir dönüşüm sergilemiştir. 

Çin’in ekonomik ve teknolojik yükselişi, Rusya’nın askeri ve siyasi revizyonist meydan okumaları ile Hindistan ve Brezilya gibi bölgesel güçlerin etkisini artırması, ABD’nin göreli gücünde aşınmaya yol açmış ve mevcut düzenin yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu bağlamda Avrupa Birliği (AB) hem ekonomik kapasitesi hem de normatif gücü aracılığıyla küresel siyasette kendisini yeniden konumlandırma çabası içerisine girmiştir. Ekonomik büyüklüğü, ortak pazarının hacmi ve düzenleyici yetkileri sayesinde uluslararası normların oluşturulmasında öne çıkan AB, çevre politikaları, insan hakları, veri koruma standartları ve ticaret anlaşmaları üzerinden “normatif güç” kimliğini pekiştirmektedir. 

2009 yılında yürürlüğe giren Lizbon Antlaşması ile birlikte AB’nin dış politika mekanizmaları kurumsal açıdan güçlendirilmiş ve özellikle Yüksek Temsilci makamı aracılığıyla küresel düzeyde daha görünür ve koordineli bir aktör olma çabası belirginleşmiştir. Ancak AB’nin küresel aktörlüğü, sahip olduğu ekonomik ve normatif kapasiteye karşın önemli sınırlamalarla karşı karşıyadır. Bu sınırlılığın temel nedeni, askeri kapasite eksikliği, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) olan stratejik bağımlılık ve üye devletlerin farklı dış politika önceliklerinden kaynaklanan ortak bir jeopolitik irade oluşturma zorluğudur. Bu durum, AB’nin küresel krizlere müdahale etme, güvenlik garantileri sunma ve uluslararası nüfuz tesis etme kapasitesini sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla Birlik, değer temelli etkisini askeri kapasiteyle bütünleyemediği ölçüde stratejik özerklikten uzak kalmaktadır. Dahası AB, krizlere etkin yanıt üretemediği her durumda, kural koyucu rolünü pekiştirme imkânını yitirmekte ve uluslararası düzende bağımsız bir güç merkezi olma iddiasını zayıflatmaktadır.

Bugün, değişen uluslararası sistemde AB’nin karşı karşıya bulunduğu temel stratejik öncelikler arasında ABD’yle ilişkilerin yeniden tanımlanması, Çin’le aynı anda hem rekabet hem de işbirliği ekseninde şekillenen karmaşık etkileşimlerin yönetilmesi, Rusya’nın revizyonist meydan okumalarına karşı direnç geliştirilmesi ve yakın çevresinde istikrarın sağlanması yer almaktadır. Bu çerçevede her ne kadar transatlantik bağ güvenlik mimarisinde belirleyici bir konumunu korusa da özellikle Trump yönetimi döneminde öne çıkan tek taraflı eğilimler, AB’nin ABD’ye bağımlılığını sorgulamasına yol açmıştır. Biden yönetimiyle birlikte ilişkilerde görece bir toparlanma yaşansa da Washington’un küresel stratejik önceliklerini giderek daha fazla Çin’e kaydırması, Avrupa’da “stratejik özerklik” tartışmalarını güçlendirmiş ve Birliğin uluslararası sistemde kendi kapasite ve etkinliğini artırma ihtiyacını daha görünür kılmıştır.

Bu bağlamda Çin, AB açısından hem vazgeçilmez bir ekonomik ortak hem de normatif ve stratejik düzeyde “sistematik bir rakip” olarak konumlanmaktadır. Nitekim Kuşak ve Yol Girişimi’nin Avrupa pazarları ve altyapı sistemleri üzerindeki etkileri ile yüksek teknoloji alanındaki küresel rekabet, Birliğin Pekin karşısında daha temkinli, sorgulayıcı ve dengeleyici politikalar geliştirmesini zorunlu kılmıştır. Buna karşılık Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhakı ve 2022 yılında Ukrayna’yı topyekün işgali, AB’nin güvenlik algısında köklü bir dönüşüm yaratmıştır. Bu gelişmeler, enerji bağımlılığının azaltılmasına yönelik stratejilerin hızlandırılmasına, kapsamlı yaptırım paketlerinin uygulanmasına ve Ukrayna’ya benzeri görülmemiş düzeyde mali ve askeri destek sağlanmasına yol açmıştır. Böylelikle AB’nin geleneksel olarak ikinci planda tuttuğu sert güç unsurlarına yönelme eğilimi daha görünür hale gelirken; Batı Balkanlar, Orta Doğu, Doğu Akdeniz ve Afrika’daki istikrarsızlık dinamikleri, göç hareketleri, terörizm ve enerji güvenliği gibi çok boyutlu sorunlarla birleşerek AB açısından daha bütüncül, etkin ve proaktif bir dış politika tasarımını zorunlu kılmıştır.

AB’nin küresel ölçekte etkili bir aktör olabilme kapasitesi yalnızca dışsal faktörlerle değil, aynı zamanda kendi içsel dinamikleriyle de sınırlandırılmaktadır. Üye devletlerin dış politika önceliklerindeki farklılıklar, ortak ve hızlı karar alma süreçlerini zayıflatmaktadır. Örneğin Fransa’nın Afrika ve Orta Doğu’da diplomasi ve çatışma çözümüne dayalı yaklaşımları ile Almanya’nın ekonomik çıkar odaklı politikaları çoğu zaman birbirini tamamlamak yerine ayrışmakta ve Birliğin ortak strateji üretme kabiliyetini sınırlamaktadır.

Buna ek olarak 2004 ve sonrasında Birliğe katılan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, tarihsel deneyimlerinden kaynaklanan daha sert güvenlik odaklı politikalarıyla, Batı Avrupa ülkelerinin görece daha temkinli ve diyalog arayışına dayalı yaklaşımlarından ayrışmaktadır. Polonya ve Baltık ülkeleri, Rusya’ya karşı güçlü caydırıcılık ve yaptırımlar talep ederken, Macaristan’ın enerji alanındaki bağımlılığı ve Moskova’yla pragmatik ilişkileri, AB’nin bütüncül bir dış politika geliştirmesini zorlaştırmaktadır. Ukrayna Savaşı sırasında bu farklılık açıkça görülmüş, bazı ülkeler Rusya’ya karşı daha sert önlemler talep ederken, Macaristan bu süreci yavaşlatan bir faktör olmuştur.

Benzer bir çeşitlilik, AB’nin Orta Doğu politikalarında da kendini göstermektedir. Özellikle İsrail-Filistin meselesinde üye devletler arasında belirgin ayrışmalar bulunmaktadır. İspanya ve Fransa, genellikle Filistin halkının haklarını savunurken, aynı zamanda İsrail ile stratejik ve ekonomik ilişkilerini koruma çabası göstermektedir. Öte yandan Almanya, Macaristan ve Çekya, İsrail’e yakın bir tutum sergileyerek AB’nin ortak söylem geliştirmesini zorlaştırmaktadır. Ayrıca Polonya ve bazı Baltık ülkeleri, İsrail’e güçlü diplomatik destek verirken, Filistin’in devlet olarak tanınmasına ilişkin adımlara karşı temkinli yaklaşmaktadır. Buna karşılık Fransa, İspanya, İrlanda ve Belçika gibi ülkeler, Filistin’i devlet olarak tanıma eğiliminde olup İsrail’in politikalarına karşı daha eleştirel bir tutum sergilemektedir. Bu çelişkili tutumlar, AB’nin hem İsrail hem de Filistin ile ilişkilerde dengeli ve tutarlı bir politika üretme kapasitesini sınırlamakta ve Birliğin küresel düzeyde değer temelli etkinliğini zayıflatmaktadır.

İçsel farklılıklar ve bu çeşitlilik, AB’nin kriz yönetimi ve çatışma çözümündeki etkinliğini de sınırlamaktadır. Askeri kapasite eksiklikleri ve savunma alanındaki ulusal egemenlik hassasiyetlerinin aşılmamış olması, Birliği hâlen büyük ölçüde NATO’ya bağımlı kılmaktadır. Örneğin İsrail-Filistin bağlamında AB, diplomatik ve ekonomik araçlarla çatışmayı yatıştırma çabası göstermekte, ancak sert güç veya caydırıcılık unsurlarını bağımsız şekilde kullanma kapasitesi sınırlıdır. Dolayısıyla “stratejik özerklik” kuramsal düzeyde tartışılsa da Batı Avrupa ile yeni üye devletler arasındaki politik öncelik farkları ve Macaristan, Polonya gibi ülkelerin pragmatik tercihleri nedeniyle pratikte sınırlı bir karşılık bulmaktadır. Bu içsel uyumsuzluklar, AB’nin hem stratejik hem de değer temelli kapasitesini aynı anda kısıtlamakta ve Birliği küresel ölçekte bağımsız ve inandırıcı bir aktör olarak konumlandırmayı güçleştirmektedir.

AB içinde süregiden demokratik açık, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü tartışmaları, Birliğin küresel ölçekte değer temelli etkisini ve dış politika inandırıcılığını zayıflatma riski taşımaktadır. Örneğin Polonya ve Macaristan’da son yıllarda gözlemlenen yargı bağımsızlığı ihlalleri ve medya özgürlüğüne yönelik kısıtlamalar, AB’nin ortak dış politika söylemini tutarlı şekilde oluşturmasını zorlaştırmakta ve kriz anlarında hızlı karar alma kapasitesini sınırlamaktadır. Benzer şekilde üye devletlerin iç siyasetlerindeki demokratik gerilemeler, AB’nin dış politika alanında normatif söylemlerini sahada uygulama kapasitesini azaltmaktadır. Bu durum ise AB’nin küresel ölçekte normatif gücünü ve inandırıcılığını zayıflatma riski taşırken, dış çevrede derinleşen ABD-Çin rekabeti, AB’yi jeopolitik olarak sıkışmış bir aktör konumuna sürüklemektedir. İçsel uyumsuzluklar ile dışsal baskılar arasındaki bu etkileşim, Birliğin bağımsız manevra alanını daraltmakta ve küresel aktörlük iddiasının kredibilitesini sorgulanır hale getirmektedir. 

Kısacası değişen dünya düzeninde AB’nin küresel aktörlük iddiası, ekonomik ve normatif kapasitesine rağmen ciddi sınamalarla karşı karşıyadır. Birlik, düzenleyici gücü ve normatif etkisi sayesinde uluslararası siyasette dikkate değer bir konum elde etmiş olsa da stratejik özerklik arayışı hem dışsal baskılar hem de içsel kısıtlar nedeniyle sınırlı kalmaktadır. ABD’yle ilişkilerdeki yapısal bağımlılık, Çin karşısındaki ikircikli (işbirliği ve rekabet iç içe geçmiş) pozisyon, Rusya’nın doğrudan güvenlik tehdidi ve yakın çevresindeki istikrarsızlıklar, AB’nin küresel siyasette tutarlı ve bağımsız bir aktör olarak hareket etmesini güçleştirmektedir. Ayrıca üye devletler arasındaki dış politika önceliklerindeki ayrışmalar, savunma alanındaki yetersizlikler ve demokratik meşruiyet konusundaki tartışmalar, AB’nin stratejik özerklik hedefini fiilen güçlü ve bağımsız bir jeopolitik kapasiteye dönüştürmesini engelleyen başlıca faktörler olarak öne çıkmaktadır.

Bu nedenle AB’nin küresel aktörlük kapasitesini güçlendirebilmesi için bazı politika adımları kritik önem taşımaktadır. İlk olarak Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) mekanizmalarının derinleştirilmesi ve karar alma süreçlerinde oybirliği kuralının esnetilerek etkinliğin artırılması gereklidir. Bu doğrultuda üye devletler arasında dış politika önceliklerinde asgari müştereklerin belirlenmesi ve kriz yönetimi kapasitesinin güçlendirilmesi, Birliğin bütüncül hareket edebilme kabiliyetini artıracaktır. İkinci olarak, askeri yeteneklere yönelik yatırımların artırılması (örneğin, Daimî Yapılandırılmış İşbirliği- PESCO’nun etkinleştirilmesi) ve savunma sanayiinde entegrasyonun derinleştirilmesi, AB’nin NATO’ya olan stratejik bağımlılığını azaltacak ve özerklik hedefine somutluk kazandıracaktır. Üçüncü olarak, kurumsal şeffaflığın ve demokratik hesap verebilirliğin güçlendirilmesi, AB vatandaşlarının karar alma süreçlerine duyduğu güveni tazeleyerek Birliğin normatif gücünü pekiştirecek ve dış politikada inandırıcılığını artıracaktır. Son olarak, küresel rekabet koşullarında AB’nin kendi stratejik çıkarlarını daha net tanımlaması ve özellikle enerji güvenliği, teknolojik bağımsızlık, göç yönetimi ve iklim değişikliği gibi alanlarda uzun vadeli ve bağımsız bir vizyon geliştirmesi, Birliği küresel düzeyde daha istikrarlı ve etkin bir aktör haline getirecektir.

Sonuç olarak, AB’nin küresel aktörlük iddiası, ancak stratejik özerklik ile normatif tutarlılık arasında dengeli ve birbirini tamamlayıcı bir sentez oluşturulabildiği ölçüde güç kazanabilecektir. Sert güç kapasitesini normatif gücüyle entegre edebilen, içsel uyum sorunlarını aşabilen ve jeopolitik bir bilinç geliştirebilen bir AB, çok kutuplu dünya düzeninde yalnızca tamamlayıcı değil, aynı zamanda belirleyici ve yönlendirici bir aktör olarak öne çıkma potansiyelini gerçekleştirebilecektir.

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler