Çin, Rusya ve İran arasında 8 Nisan 2025 tarihinde Moskova’da gerçekleştirilen üçlü nükleer istişareler, yalnızca İran’ın nükleer faaliyetlerine dair teknik bir müzakere süreci değil, aynı zamanda Batı sonrası uluslararası sistemde yeni bir diplomatik mimarinin şekillenmekte olduğuna dair güçlü bir göstergedir. Bu görüşme, tarafların Kapsamlı Ortak Eylem Planı’nın (KOEP) yerini alabilecek sürdürülebilir bir güvenlik ve işbirliği zeminine yönelik iradesini ortaya koyarken; İran’ın uluslararası izolasyondan çıkma, Rusya’nın jeopolitik kuşatmayı aşma ve Çin’in norm koyucu bir küresel aktöre dönüşme çabalarının kesişiminde değerlendirilebilir. Görüşmenin doğrudan bir devlet başkanları zirvesi olmaktan çok uzman düzeyinde gerçekleştirilmiş olması, bu diplomatik eksenin yalnızca siyasi söylemlerle sınırlı kalmadığını; sahaya ve teknik müzakere kapasitesine dayalı kurumsal bir zemine oturtulmak istendiğini göstermektedir.
Çin Dışişleri Sözcüsü Lin Jian’ın aynı gün yaptığı açıklamada bu süreci “diplomasi ve siyaset dışındaki tüm yolları dışlamak gerektiği” vurgusuyla tanımlaması, Pekin’in yalnızca kolaylaştırıcı değil, artık merkezi diplomatik aktör olma hedefinin de altını çizmektedir.[1] Bu gelişme, KOEP’in çöküşünden sonra ortaya çıkan stratejik boşluğu, Batı dışı bir üçlü yapı ile doldurma arayışının somutlaştığı bir dönüm noktasıdır. Nitekim aynı istişarelerin Mart 2025 tarihinde Pekin’de de yapılmış olması ve görüşmelerin istikrarlı biçimde devam ettirilmesi, bu üçlü mekanizmanın geçici bir taktik ittifak değil, kurumsallaşma iddiası taşıyan bir yapı olduğunu göstermektedir.
Rusya Dışişleri Bakan Yardımcısı Andrey Rudenko’nun 8 Nisan’daki görüşmelerde Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi’nin 2231 sayılı kararının sona ermesi sonrası senaryoların masaya yatırıldığını belirtmesi, bu üçlünün artık yalnızca mevcut sistemin bir parçası değil, alternatif bir düzenin tasarımcısı olmak istediğini ortaya koymaktadır.[2] Bu bağlamda Çin’in “herkesin meşru güvenlik çıkarlarının gözetileceği bir çözüm” çağrısı, klasik Batı diplomasisinin tek taraflılık eleştirilerine karşı geliştirilmiş normatif bir pozisyon olarak okunabilir.
İran’ın KOEP sonrası dönemde izlediği strateji de bu üçlü eksenin kurumsallaşmasını hızlandırmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) 2018 yılında anlaşmadan tek taraflı çekilmesinin ardından İran, nükleer programını adım adım genişletmiş, 2020 yılında taahhütlerini askıya almış ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) denetimlerini sınırlandırmıştır. 2021-2022 yıllarında Viyana’da yürütülen müzakereler başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra İran, yalnızca uranyum zenginleştirme düzeyini artırmakla kalmamış, aynı zamanda diplomatik olarak da Batı dışı hatlara yönelmiştir.
Donald Trump’ın 2025 yılının başında Beyaz Saray’a geri dönmesinin ardından “maksimum baskı” politikasına dönüş yapılması, İran’ın bu yönelimini pekiştirmiştir. Trump’ın İran’a yönelik yeni gümrük tarifeleri, yaptırımlar ve hatta doğrudan bombardıman tehdidi içeren açıklamaları, diplomatik çözüm zemininin ABD açısından ortadan kalktığını açıkça göstermektedir.[3] İran bu süreçte doğrudan ABD’yle görüşmeyi reddetmiş, ancak Umman gibi arabulucular üzerinden dolaylı temaslara açık olabileceğini ifade etmiştir. Bu durum, yalnızca ABD’nin diplomatik kapasitesinde değil, aynı zamanda Orta Doğu’daki inandırıcılığında da ciddi bir erozyona işaret etmektedir. İran, bu baskı karşısında yalnızca geri adım atmamakta, aksine Batı’nın “snapback” mekanizmasını devreye sokması hâlinde Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’ndan (NPT) çekilme tehdidinde bulunmaktadır. Bu hamle, İran’ın artık yalnızca nükleer enerji hakkını değil, bu hakkı tanıyan ve koruyan yeni bir uluslararası eksen inşa etme iddiasını da ortaya koymaktadır.
Çin ve Rusya’nın İran’la geliştirdiği bu diplomatik yapı, aynı zamanda kendi jeopolitik hedeflerine de hizmet etmektedir. Çin, ABD’yle artan ekonomik savaş bağlamında Orta Doğu’da güvenilir ortaklıklar ararken; İran’ın enerji kaynakları ve Batı karşıtı duruşu, Pekin için vazgeçilmez bir stratejik değere dönüşmektedir. Çin’in “Yeniden Bağlantı” ve “Kuşak ve Yol” projeleri kapsamında İran’la olan ekonomik ve lojistik bağlantılarını genişletmesi, nükleer müzakerelerdeki rolünü yalnızca diplomatik değil, altyapısal bir güç olarak da pekiştirmektedir. Rusya açısından ise Ukrayna’daki savaş nedeniyle Batı’dan kopan ilişkileri dengelemek adına İran’la geliştirilen bu stratejik yakınlık, hem enerji hem de güvenlik işbirliklerinde yeni bir eksen açmaktadır. İran, Çin ve Rusya üçlüsü, artık KOEP benzeri bir Batılı denetim mekanizmasına değil, kendi tanımladıkları normlara dayalı bir “nükleer düzen” inşa etme yönünde ilerlemektedir. Bu gelişmeler ışığında, 2025 sonbaharında BM çerçevesi dışında, yalnızca üçlü mutabakata dayalı alternatif bir anlaşmanın kamuoyuna açıklanması beklenmektedir.[4]
Bu yeni düzenin oluşum sürecinde İran’ın bölgesel konumlandırması da yeniden şekillenmektedir. Körfez bölgesindeki geleneksel güvenlik mimarisi Batı’nın öncülüğünde kurulmuşken, Tahran şimdi bu yapıyı aşan ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), BRICS+ gibi platformlarla desteklenen çok taraflı yapılar içinde yer almaya çalışmaktadır. İran’ın nükleer müzakereler dışında Çin’le geliştirdiği enerji, savunma ve altyapı işbirlikleri, bu yeni konumlandırmanın temel taşlarını oluştururken; Rusya’yla yürütülen askeri ve teknik işbirlikleri de özellikle Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi gibi stratejik bölgelerde İran’a yeni bir caydırıcılık kazandırmaktadır. Bu durum, yalnızca İran’ın Batı’ya karşı direnç kapasitesini artırmakla kalmamakta, aynı zamanda Orta Doğu’daki güç dağılımını da kalıcı olarak değiştirme potansiyeli taşımaktadır.
Bu yeni diplomatik eksenin yükselişi, Avrupa Birliği’nin (AB) etkinsizliği ve ABD’nin dışlayıcı politikalarıyla da doğrudan ilişkilidir. AB, KOEP’in ilk döneminde koordinatörlük rolü üstlenmiş olsa da Trump’ın 2018 yılındaki çekilme kararı sonrası etkisiz kalmış; son dönemde ise Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık’ın ABD çizgisine paralel söylemleri nedeniyle İran nezdinde tarafsız bir aktör olarak görülmemektedir. BM Güvenlik Konseyi ise ABD vetosu nedeniyle işlevsiz bir pozisyonda kalmakta ve uluslararası hukuk mekanizmalarının kriz yönetiminde ne denli zayıf kaldığını bir kez daha ortaya koymaktadır.
İran nükleer dosyası, teknik bir silahlanma tartışması olmaktan çıkmış; küresel düzenin hangi aktörler tarafından ve hangi normlarla şekillendirileceği sorusunun merkezine yerleşmiştir. Çin’in diplomatik öncülüğü, Rusya’nın jeopolitik dengelemesi ve İran’ın meşruiyet arayışı, Batı sonrası uluslararası sistemin ilk yapı taşlarını oluşturmakta; KOEP sonrası dönem ise yalnızca nükleer denetim açısından değil, çok kutuplu dünya düzeninin test alanı olarak da şekillenmektedir.
Sonuç olarak Çin-Rusya-İran üçlü nükleer istişareleri, Batı’nın denetimindeki uluslararası sistemin dışında gelişen yeni bir jeopolitik mimarinin somutlaşmakta olduğunu göstermektedir. Bu istişareler, yalnızca KOEP’in yarattığı boşluğu doldurma çabası değil; aynı zamanda bölgesel caydırıcılığı artıran, normatif alternatifler üreten ve küresel güç dengesini yeniden tanımlamaya aday stratejik bir ittifakın inşa sürecidir. Önümüzdeki dönemde bu üçlünün teknik düzeyde başlayan işbirliğini kurumsal bir güvenlik mimarisine dönüştürerek sadece Orta Doğu’da değil, Avrasya ölçeğinde de Batı hegemonyasına karşı bir denge unsuru haline gelmesi beklenmektedir. Bu yapı, çok kutupluluğun söylemden çıkıp pratik düzlemde sınandığı yeni bir jeopolitik evreye geçişin habercisi olabilir.
[1]“China, Russia, Iran hold trilateral consultations on nuclear issue in Moscow”, Global Times, https://www.globaltimes.cn/page/202504/1331666.shtml, (Erişim Tarihi: 09.04.2025).
[2] “Russia, Iran, China hold Moscow talks on reviving nuclear deal”, TASS, https://tass.com/politics/1939783, (Erişim Tarihi: 09.04.2025).
[3] Aynı yer.
[4] Aynı yer.