İsrail’in Doğu Akdeniz’e yönelik stratejik planlaması, yalnızca enerji güvenliği ve savunma işbirlikleriyle sınırlı olmayan, daha geniş jeopolitik ve ideolojik bir vizyonun ürünüdür. Bu vizyon, İsrail’i çevreleyen geleneksel tehdit eksenli ortamdan jeo-ekonomik fırsatlar sunan yeni bir stratejik alana doğru köklü bir stratejik dönüşümü temsil etmektedir. Bu çerçevede ‘İkinci Gazze Planı’ olarak adlandırılabileceğimiz bu yaklaşım, İsrail’in bölgesel güvenlik mimarisini yeniden şekillendirme ve hem enerji arz güvenliğini hem de jeopolitik etkinliğini kalıcı kılma amacını yansıtmaktadır.
Gazze Şeridi’ne yönelik asimetrik tehditlere karşı doğrudan kontrol ve izolasyon stratejisinin aksine Doğu Akdeniz stratejisi; işbirliği, ortaklık ve ekonomik bağımlılık yoluyla güvenlik inşasına dayanmaktadır. Bu bağlamda Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), İsrail için yalnızca bir askeri veya enerji ortağı değil, aynı zamanda stratejik bir dayanak noktası, bir “ileri karakol” ve Doğu Akdeniz’deki güç projeksiyonunun merkezidir. İsrail’in GKRY ile artan yakınlaşması, özellikle son on yılda doğalgaz arama faaliyetleri, Münhasır Ekonomik Bölge anlaşmaları, ortak askeri tatbikatlar, savunma sanayi işbirliği ve istihbarat paylaşımı eksenlerinde yoğunlaşmıştır. Bu ikili işbirliği, doğal olarak Yunanistan’ı da kapsayacak şekilde genişlemiş ve böylece bölgede “Atina-Lefkoşa-Kudüs Üçgeni” olarak anılabilecek Siyonizm ile Rum-Yunan ortak çıkarlarının kesiştiği bir stratejik ittifakı ortaya çıkarmıştır. Bu yapı, İsrail’e sadece askeri bir manevra alanı değil, aynı zamanda Avrupa enerji piyasalarına ve Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) güney kanadına entegrasyon için hayati bir köprü sağlamaktadır.
GKRY’nin İsrail açısından jeopolitik önemini belirleyen temel dinamikler, enerji güvenliği ve stratejik savunma işbirliği ekseninde şekillenmektedir. Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen Leviathan, Tamar, Aphrodite ve Karish gibi dev doğal gaz yatakları, İsrail’i uluslararası enerji piyasalarında önemli bir aktör konumuna yükseltirken, bu kaynakların uluslararası pazarlara taşınmasında Kıbrıs coğrafyası kritik bir rol üstlenmiştir. İsrail’in bu enerji kaynaklarını Avrupa’ya aktarabilmesi için gerekli olan deniz altı boru hatları ve Sıvılaştırılmış Doğal Gaz (LNG) terminalleri gibi altyapı yatırımları, GKRY’yi İsrail’in enerji stratejisinde vazgeçilmez bir ortak hâline getirmiştir. Bu durum, GKRY’yi yalnızca bir enerji koridoru olmanın ötesine taşıyarak İsrail’in bölgesel bir enerji merkezine dönüşüm sürecinde hayati bir düğüm noktası konumuna yerleştirmektedir.
Enerji faktörünün yanı sıra GKRY’nin İsrail için askerî ve istihbarat açısından taşıdığı stratejik değer de göz ardı edilmemelidir. Ada, coğrafi konumu itibarıyla İsrail’e Doğu Akdeniz’de derinlemesine bir gözetim ve erken uyarı imkânı sunmakta; aynı zamanda hem deniz hem de hava unsurlarının konuşlandırılabileceği ileri bir operasyon üssü işlevi görmektedir. GKRY’nin bu konumu, İsrail’in çok yönlü güvenlik endişelerine cevap vermektedir. Kuzey’de, Türkiye’nin artan denizcilik kabiliyetleri ve bölgesel politikalar karşısında GKRY, İsrail için hayati bir deniz muhafaza ve dengeleme platformu olarak öne çıkmaktadır. Aynı şekilde Akdeniz üzerinden Afrika Boynuzu ve Kuzey Afrika’dan gelebilecek asimetrik tehditlere (terör unsurlarının sızması, silah kaçakçılığı vb.) karşı ada, bir filtre ve ilk müdahale noktası vazifesi görmektedir. Bu, İsrail’in güney kanadını güvence altına alan ve stratejik derinlik kazandıran bir unsurdur. Özellikle İsrail Hava Kuvvetleri’nin eğitim faaliyetleri ve olası kriz senaryolarında lojistik destek için kullandığı GKRY, İsrail’in bölgedeki askerî projeksiyon kabiliyetini artıran önemli bir kaldıraçtır.
Ayrıca Doğu Akdeniz’de İran, Hizbullah ve diğer aktörlere yönelik istihbarat toplama operasyonlarında GKRY toprakları stratejik bir istihbarat platformu olarak kullanılabilmektedir. Dolayısıyla GKRY ile kurulan bu çok boyutlu işbirliği, İsrail’in ulusal güvenlik paradigmasını yeniden tanımlamakta ve enerji arz güvenliği ile askerî stratejiyi tek bir jeopolitik çerçevede birleştirmektedir. Bu minvalde GKRY, İsrail’in bölgesel entegrasyon, güvenlik inşası ve enerji jeopolitiği stratejilerinin merkezinde yer alan ayrıcalıklı bir müttefik konumundadır.
İsrail’in Kıbrıs politikası, salt stratejik ve maddi çıkarların ötesine geçen, kökleri derin ideolojik çerçevelerde yatan bir nitelik taşımaktadır. “Eretz Yisrael (Büyük İsrail)” veya “Vadedilmiş Topraklar” doktrini, tarihsel olarak İsrail’in güvenlik kültürüne ve bölgesel tahayyüllerine nüfuz etmiş temel bir parametredir. Modern İsrail devleti bu söylemi resmî dış politika söyleminde nadiren açıkça dile getirse de bu ideolojik alt yapı, çevresel genişleme ve stratejik derinlik arayışı gibi politikaların zihinsel arka planını şekillendiren bir unsur olarak varlığını sürdürmektedir. Bu perspektiften bakıldığında Kıbrıs adası, “Vadedilmiş Topraklar” tahayyülünün doğrudan bir parçası olarak algılanmasa da İsrail’in bölgesel etki alanı inşa etme çabasında, “kutsal coğrafyanın güvenliği” mantığına uygun jeostratejik bir çevre unsuru olarak konumlandırılmaktadır. Bir başka deyişle GKRY ile kurulan derin stratejik ortaklık, yalnızca somut bir askeri veya enerji ihtiyacına değil, aynı zamanda tarihsel ve dini motiflerle beslenen bir “güvenlik çevrelemesi” refleksine de dayanmaktadır. İsrail, bu sayede kendisini çevreleyen ve tehdit olarak algıladığı aktörlerin nüfuz alanlarını dengelemekte, böylece hem maddi güvenliğini pekiştirmekte hem de bu güvenliği ideolojik bir tahayyül ile meşrulaştırmaktadır.
Son dönemde İsrail’in Kıbrıs’a ilişkin söyleminde gözlemlenen niteliksel değişim ve bu değişime eşlik eden stratejik hamleler, Doğu Akdeniz’deki güç dengeleri üzerinde doğrudan ve dönüştürücü bir etki yaratmıştır. İsrail’in Filistin topraklarındaki genişlemeci yerleşim politikaları ve katliamcı askeri operasyonları, bölgesel ilişkilerinde bir yalnızlaşmaya yol açmış; bu da Türkiye ile İsrail arasında diplomatik normalleşme yönünde adımlar atılmış olmasına karşın, kalıcı bir stratejik güvenin tesis edilememesinde etkili olmuştur. Bu yapısal güven açığı, İsrail’i bölgesel konumunu ve enerji çıkarlarını güvence altına almak için Yunanistan ve GKRY ile işbirliğini derinleştirmeye yöneltmiştir. Söz konusu bu üçlü yakınlaşma, Türkiye nezdinde çok boyutlu stratejik riskler olarak algılanmaktadır. Bu durum, hem deniz yetki alanları ve kıta sahanlığına ilişkin anlaşmazlıklarda Türkiye’nin müzakere pozisyonunu zayıflatma potansiyeli taşımakta hem de ülkenin savunma ve enerji güvenliği parametrelerini doğrudan etkilemektedir. Nitekim Ankara’daki hâkim jeopolitik değerlendirme, İsrail’in Kıbrıs politikasını enerji ortaklığının ötesinde okumakta; İsrail’in, adayı Türkiye’nin bölgesel etkinliğini kısıtlamak, jeopolitik manevra alanını daraltmak ve Türkiye karşıtı bir eksende Batılı aktörleri konsolide etmek amacıyla stratejik bir araç olarak kullandığı yönündedir.
Dolayısıyla İsrail’in Kıbrıs politikası, aynı zamanda Batı Dünyası’yla stratejik uyumun bir göstergesi olarak da işlev görmektedir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının Avrupa’ya taşınmasında Türkiye üzerinden bir rotanın alternatifi olarak Yunanistan ve Kıbrıs eksenli bir güzergâhın desteklenmesi, İsrail’e AB ve daha geniş Batı bloku nezdinde güvenilir bir enerji ortağı kimliği kazandırmaktadır. Bu tercih, aynı zamanda Ankara’nın bölgesel enerji denklemindeki merkezi konumunu ve jeopolitik ağırlığını stratejik düzeyde zayıflatma amacı taşımaktadır. Özellikle Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik çeşitli alanlarda uyguladığı veya gündemde tuttuğu yaptırım tehdidi, İsrail’e bu stratejik manevrayı derinleştirmesi için ek bir fırsat alanı yaratmaktadır. Bu jeopolitik ortam, Türkiye’nin tezine göre, İsrail’in Ankara’yı çevreleme politikasının bir uzantısı olarak yorumlanmaktadır. Bu bakış açısına göre, İsrail’in GKRY ve Yunanistan ile kurduğu enerji eksenli ittifak, örtülü bir şekilde Batılı aktörleri Türkiye karşısında konumlandırma ve Ankara’yı stratejik bir yalnızlığa itme çabasının bir yansımasıdır, diyebiliriz.
Bununla birlikte İsrail’in GKRY ve Yunanistan’la yürüttüğü askeri tatbikatlar, istihbarat anlaşmaları ve savunma sistemleri satışları, Türkiye açısından “izolasyon riskinin” büyüdüğüne işaret etmektedir. Bu işbirlikleri, olası bir kriz anında Türkiye-Yunanistan hattında dengeyi bozabilecek niteliktedir. İsrail’in Türkiye-Yunanistan arasında doğrudan bir çatışma çıkarmayı hedeflediğini söylemek abartılı olabilir; ancak bu gerilimin devam etmesi, Türkiye’nin hem diplomatik hem ekonomik kapasitesini zayıflatacak bir yıpranma süreci yaratabilir. Dolayısıyla İsrail’in bölgesel stratejisi, doğrudan bir çatışmayı teşvik etmekten ziyade Ankara’yı sürekli gerginlik ve dikkat dağınıklığı ortamında tutmayı amaçlayan bir “denge politikası” olarak da okunabilir.
Sonuç olarak İsrail’in GKRY ile yürüttüğü stratejik işbirliği, çok katmanlı bir yapıya sahiptir. Bu işbirliği, enerji güvenliğini sağlama ve bölgesel ittifak ağını genişletme çabasıyla rasyonel bir temele dayanmakla birlikte Türkiye açısından ciddi jeopolitik sonuçlar doğurmaktadır. Kıbrıs’ın jeostratejik konumu, İsrail için Doğu Akdeniz’de hem enerji arterlerini kontrol etme hem de çevresel güvenlik kuşağını tahkim etme aracı hâline gelmiştir. “Vadedilmiş Topraklar” düşüncesinin tarihsel-ideolojik gölgesi bu politikaların zihinsel arka planında yer almakta; modern güvenlik söylemiyle birleştiğinde, İsrail’in bölgesel varlık arayışına kutsal bir anlam katmaktadır. Buna karşılık Türkiye açısından bu gelişmeler hem enerji koridorlarının dışına itilme hem de güvenlik risklerinin artması anlamına gelmektedir. İsrail’in Kıbrıs planı, doğrudan bir düşmanlık stratejisi olarak değil, ama Türkiye’nin bölgesel etkinliğini sınırlayan ve onu sürekli bir stratejik savunma pozisyonunda tutan uzun vadeli bir çevreleme politikası olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’nin bu tablo karşısında çatışma yerine akıllı dengeleme politikası izlemesi yerinde bir strateji olacaktır. Bu kapsamda enerji diplomasisinin güçlendirilmesi, Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanan alternatif güzergâhların ön plana çıkarılması, TANAP ve TürkAkım gibi hatların stratejik araç olarak kullanılması son derece önem arz etmektedir. Ayrıca Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) haklarının uluslararası her platformda vurgulanması ve Kıbrıs Türklerinin enerji kaynaklarından eşit pay alması yönünde hukuki ve diplomatik girişimlerin artırılması elzemdir. Bununla birlikte bölgesel çok yönlü diplomasi izlenerek Mısır, Katar ve Ürdün gibi aktörlerle işbirliğinin derinleştirilmesinde fayda görülmektedir. Bunlara ilaveten savunma caydırıcılığının korunması, ancak gerginliği tırmandırmayan ve diplomasiyle desteklenen bir denge siyasetinin sürdürülmesi gerekmektedir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de kalıcı bir güç olarak varlığını sürdürebilmesi için enerji, diplomasi ve güvenlik boyutlarını bütünleştiren proaktif bir stratejik vizyon benimsemesi son derece yerinde bir strateji olacaktır.
