Analiz

Orta Doğu’da Kolektif Güvenlik Örgütü Kurulabilir mi?

Orta Doğu merkezli yeni bir siyasi, ekonomik ve askeri kalkınma platformuna duyulan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır.
İsrail’in Katar’daki son saldırıları, Orta Doğu’daki birçok ülkenin ulusal hava sahalarındaki hakimiyetlerini bir kez daha tartışmaya açmıştır.
Dünyanın farklı kıtalarında, Batı’nın dışarıda bırakıldığı çok taraflı işbirlikleri hız kazanırken; Orta Doğu’nun benzer bir süreci izleyemeyeceği görülmektedir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English

İsrail’in 9 Eylül 2025 tarihinde Katar’ın başkenti Doha’da Hamas’a yönelik düzenlediği saldırı, Orta Doğu ülkelerinin ulusal güvenliklerine dair tartışmaları yeniden alevlendirmiştir. Bu saldırının ardından İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) üyesi ülkeler, Katar’da olağanüstü toplanarak İsrail’e karşı alınabilecek tedbirleri ve ulusal-bölgesel güvenliklerini masaya yatırmışlardır. Zirvede vurgulanan en önemli husus, İsrail’den gelebilecek yeni bir saldırıyı caydırabilmek adına Ortak Askeri Komuta Merkezi’nin veyahut Kolektif Güvenlik Örgütü’ne duyulan ihtiyaç olmuştur.[i] Bilhassa Mısır, İran ve Pakistanlı yetkililerin üzerinde durduğu bu öneri, Orta Doğu ülkelerinin kolektif güvenlik-savunma için bir araya gelip gelemeyeceklerine dair birtakım soru işaretlere neden olmuştur. 

Benzer öneriler 2015 yılında yine Mısır tarafından dile getirilmiş, bu konuda 34 ülkenin katıldığı ve Suudi Arabistan öncülüğünü yaptığı “Teröre Karşı İslam İttifakı’ adlı bir koalisyon kurulmuştu.[ii] Arap ülkelerine ek olarak Afrika ve Asya’dan Müslüman ülkelerin de yer aldığı koalisyonun hedefi, temel olarak terörle küresel düzeyde mücadele edebilmek ve askeri-güvenlik işbirliklerini geliştirebilmekti. 2015 yılında Yemen’deki iç savaşın derinleşmesi üzerine Riyad tarafından geliştirilen ve çok sayıda Müslüman ülke tarafından desteklenen bu koalisyon, o dönemde Yemen’deki Husi gruplara operasyonlar düzenlemiş ve Bab’ül Mendep, Kızıldeniz ve Doğu Afrika’daki güvenlik tehditlerine odaklanmıştı. 

2025 yılının Haziran ayında İsrail’in Filistin’e karşı olan savaşını İran topraklarına taşımasıyla birlikte Orta Doğu’nun güvenliği yeniden hızlı biçimde kötüleşmiştir. İsrail Hava Kuvvetleri’ne ait F-35 savaş uçaklarının Ortadoğu’da birden fazla ülkenin hava sahasını kullanarak İran topraklarına gerçekleştirdiği saldırılar, bu ülkelerin ulusal hava sahalarını koruyamaz-denetleyemez durumda olduğunun açık göstergesi olmuştur. Aynı şekilde İsrail’in Katar’daki son saldırıları, Orta Doğu’daki birçok ülkenin ulusal hava sahalarındaki hakimiyetlerini bir kez daha tartışmaya açmıştır. 

Buna ek olarak Suriye, Lübnan, Yemen ve Irak örneklerinde görüldüğü üzere, on yıllardır savaş ve istikrarsızlığa konu olan bazı Orta Doğu ülkelerinin savunma kapasiteleri çökmüş durumdadır. Ayrıca Körfez ülkelerinin savunma-silah sanayinde Batılı ürünlere büyük oranda bağımlı olduğu bilinmektedir. Bu ülkelerden farklı olarak, açıklanan son verilere göre,[iii] Türkiye’nin savunma sanayisindeki yerlilik oranı ise günümüzde yüzde 83’lere ve birçok üründe ise yüzde 90’lara ulaşmıştır. Dolayısıyla Türkiye’yi bir kenara koyacak olursak Ortadoğu ülkelerinin, dışarıdan gelen bir saldırıya karşı ellerindeki mevcut savunma sistemlerini etkin bir şekilde kullanabilmeleri mümkün görünmemektedir. Üstelik bunların toplam kapasite ve etkinliğinin yetersiz olacağı gerçeğini de unutmamak gerekir. Daha da önemlisi Orta Doğu ülkeleri arasında savaş noktasına varan siyasi anlaşmazlıklar ve jeopolitik rekabet de böylesi bir kolektif güvenlik-savunma örgütünün kurulmasına mâni olmaktadır. 

İran’da son 45 yıldır devrimci bir yönetimin iktidarda olması, Ortadoğu’da mezhep savaşlarının derinleşmesinde etkili olmuştur. Günümüzde “İslam” kimliği üzerinden bir savunma örgütü kurulacaksa bile etnik ve mezhepçi bakış açısı (Arap-Fars kavgası) nedeniyle İran’ın dışarıda kalması beklenebilir. Üstelik Filistin meselesini dışarıda tutacak olursak, Orta Doğu ülkelerinin birbirlerinin yardımına koşmasına engel olacak düzeyde jeopolitik rekabet söz konusudur. Örneğin İran’ın mevcut jeopolitik ortamda Suriye’deki Eş-Şara yönetimine askeri destek vermesi olası görünmemektedir. Veyahut Körfez ülkelerinin İran’ın ulusal güvenliğini korumak için harekete geçmeleri, makul bir senaryo olarak görünmemektedir.   

Bunlara ek olarak Körfez ülkelerinin Abraham (İbrahim) Anlaşmaları doğrultusunda İsrail’le ilişkilerini normalleştirme süreci devam etmektedir. Üstelik Filistin için mücadele eden Müslüman Kardeşler dahil olmak üzere İslami direniş gruplarına verilen destek konusunda bir bütünlük söz konusu değildir. Bu bağlamda Körfez ülkeleri kendi arasında, daha geniş perspektiften bakınca Arap ülkeleri kendi arasında ve ayrıca Arap ülkeleri ve İran arasında görüş farklılıkları bulunmaktadır. Bu durum, Arap ülkeleri ve İran’ın İsrail’e karşı birlik olmasını da zorlaştırmaktadır. 

Küresel perspektiften bakıldığında İsrail’e askeri olarak karşı koymak, Arap ülkeleri ve İran açısından bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri’ni (ABD) doğrudan karşısına almakla eşdeğer görülebilir. Bu ne İran ne de Arap ülkeleri tarafından alınabilecek bir risktir. 1948 yılından günümüze kadar İsrail’e karşı giriştikleri tüm savaşları kaybeden Arap ülkelerinin benzer bir savaşa atılmaları zor görünmektedir. Askeri açıdan yetersiz oldukları görülen Arap ülkeleri ve İran’ın ulusal güvenliklerini korumak için kolektif bir güvenlik örgütünün kurulması, rasyonel bir seçenek gibi durmamaktadır. Bu rasyonel olmayan önerinin filizlenip yeşermesi de olası görünmemektedir. 

Dünyanın farklı kıtalarında, Batı’nın dışarıda bırakıldığı politik, ekonomik ve güvenlik alanlarında çok taraflı işbirlikleri hız kazanırken; Orta Doğu’nun benzer bir süreci izleyemeyeceği görülmektedir. Örneğin Asya, Güneydoğu Asya, Afrika ve Güney Amerika’dan gelişmekte olan ülkelerin, “Küresel Güney” adı altında çok taraflı platform veya örgütleri destekleyip geliştirdiği görülmektedir. Bu bağlamda BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) genişleme çabaları dikkat çekmektedir. Bunlar, çok kutuplu bir dünyanın önemli işaretleri sayılırken, Orta Doğu ülkelerinin bu sürece verdikleri destek sınırlı kalmaktadır. Yine de Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve İran’ın 2024 yılında BRICS’e katılımları, bu yönde atılmış önemli adımlar olarak görülebilir. Bunların haricinde Orta Doğu merkezli yeni bir siyasi, ekonomik ve askeri kalkınma platformuna duyulan ihtiyaç her geçen gün artmaktadır.


[i] “Iran and Egypt lead push for NATO-style alliance in Middle East at emergency Islamic summit”, The Standart, https://www.thestandard.com.hk/world-news/article/311619/Iran-and-Egypt-lead-push-for-NATO-style-alliance-in-Middle-East-at-emergency-Islamic-summit, (Erişim Tarihi: 17.09.2025).

[ii] “Suudi Arabistan öncülüğünde teröre karşı İslam ittifakı”, Hürriyet, https://www.hurriyet.com.tr/dunya/terore-karsi-islam-ittifaki-40027554, (Erişim Tarihi: 17.09.2025).

[iii] “Savunma sanayi sektöründe yerlilik oranı yüzde 83’e ulaştı!”, Donanım Haber, https://www.donanimhaber.com/savunma-sanayi-sektorunde-yerlilik-orani-yuzde-83-e-ulasti–194113, (Erişim Tarihi: 17.09.2025).

Dr. Cenk TAMER
Dr. Cenk TAMER
Dr. Cenk Tamer, 2014 yılında Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olmuştur. Aynı yıl Gazi Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Çalışmaları Bilim Dalı’nda yüksek lisans eğitimine başlamıştır. 2016 yılında “1990 Sonrası İran’ın Irak Politikası” başlıklı teziyle master eğitimini tamamlayan Tamer, 2017 yılında ANKASAM’da Araştırma Asistanı olarak göreve başlamış ve aynı yıl Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Doktora Programı’na kabul edilmiştir. Uzmanlık alanları İran, Mezhepler, Tasavvuf, Mehdilik, Kimlik Siyaseti ve Asya-Pasifik olan ve iyi derecede İngilizce bilen Tamer, Gazi Üniversitesindeki doktora eğitimini “Sosyal İnşacılık Teorisi ve Güvenlikleştirme Yaklaşımı Çerçevesinde İran İslam Cumhuriyeti’nde Kimlik İnşası Süreci ve Mehdilik” adlı tez çalışmasıyla 2022 yılında tamamlamıştır. Şu anda ise ANKASAM’da Asya-Pasifik Uzmanı olarak görev almaktadır.

Benzer İçerikler