Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısı, uluslararası politikada kullanılan “sert güç” enstrümanının etkisini kaybettiğine yönelik algıları kırmıştır. Zannedilenin aksine Soğuk Savaş sonrası dönemde askeri çatışmalar sona ermemiş, sert güç önemini yitirmemiştir. Fakat ekonomik bağımlılığın karşılıklı olarak artması, kimlik sorunlarının önem kazanması ve siyasal hedeflere askeri güçle ulaşmanın zorlukları gibi hususlar, yumuşak gücün de gerekliliğine ilişkin görüşleri güçlendirmiştir. Son dönemde ise bahsi geçen bu görüşlerin yeniden tartışılması gerektiği anlaşılmaktadır.
Benzer bir tablo, Avrupa güvenliği açısından da karşımıza çıkmaktadır. Soğuk Savaş sonrasında Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) görev tanımını bir savunma ittifakı olarak değil; ortak güvenlik örgütü olarak güncellediği bilinmektedir. NATO’nun 5. madde kapsamındaki görevleri önemini korusa da güvenliğin askeri olmayan boyutları da ehemmiyet arz etmektedir. Ayrıca Avrupa Birliği (AB), 1990’lı yıllardan itibaren savunma ve güvenlik yeteneklerini geliştirerek NATO’yla beraber Avrupa güvenliğinin temel sacayaklarından biri haline gelmiştir. AB, kendisini; yumuşak güç ve normatif güç gibi kavramlarla tanımlayarak güvenliğin askeri olmayan konularına odaklanmış ve kendisini NATO’yu tamamlayan bir role büründürmüştür. Lakin Ukrayna’daki savaş, Avrupa güvenliğinde Soğuk Savaş sonrasında şekillenen bu yapıyı büyük ölçüde sarsmıştır. Bu durumu çeşitli tespitler üzerinden açıklamak mümkündür.
Öncelikle, NATO’nun 5. madde kapsamına giren ortak savunma görevinin halen önemli olduğu anlaşılmıştır. Yani üye ülkelerden birine yapılacak muhtemel bir askeri saldırıya karşı, ortak bir karşılık verilmesini gerektiren ve bu anlamda caydırıcılığa dayanan strateji, hâlen NATO’nun temel misyonlarından biridir. Rusya, bir NATO ülkesine karşı somut bir saldırı tehdidinde bulunmasa da gerektiğinde bu seçeneğe başvurmaktan çekinmeyeceğini zaman zaman dile getirmektedir. Nitekim NATO’nun yeni stratejik konsepti, Avrupa’daki barış ortamının bozulduğunu ve nükleer bir ittifak olarak NATO’nun caydırıcılık potansiyelinin güçlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
İkinci olarak Rusya’nın yarattığı tehdit algısı, Avrupa ülkeleri arasındaki dayanışma duygusunu güçlendirmiş ve NATO üyeleri, Soğuk Savaş sonrası dönemde ilk kez bu denli güçlü bir ortak kader duygusunda birleşmiştir. Söz konusu ortaklık duygusunun ilerleyen dönemde ne yöne evrileceğini şimdiden kestirmek zor olsa da Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle bir kimlik sorunu yaşamaya başlayan NATO, Avrupa güvenliğinin merkezindeki konumunu güçlendirmiştir. İsveç ve Finlandiya gibi iki tarafsız devletin NATO’ya üye olmaya karar vermeleri de bu durumun bir göstergesidir.
Üçüncüsü, bir yandan Avrupa’da artan dayanışma duygusu ve diğer yandan caydırıcılık potansiyelinin önem kazanması, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Avrupa güvenliğindeki rolünü pekiştirmiştir. Öte yandan NATO’nun caydırıcılık kapasitesinin temel kaynağı, Amerikan nükleer cephanesidir. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri, Rusya’dan algıladıkları tehdit karşısında ABD’nin askeri gücüne daha fazla gereksinim duyar hale gelmiştir. Soğuk Savaş sonrasında inişli çıkışlı bir seyir izleyen Transatlantik güvenlik ilişkileri ise bu bağlamda kısa ve orta vadede olumlu bir seyir izleyecek gibi görünmektedir. Bir başka deyişle, Atlantik’in iki yakası aynı güvenlik bloğunun üyesi olduklarını yeniden güçlü bir şekilde hatırlamışlardır.
Dördüncüsü, sadece güvenlik alanında değil; genel anlamda da uluslararası politikada ve ekonomik konularda ABD ile Avrupa’nın işbirliğinin artması muhtemeldir. Bir süreden beri ABD, Çin’in ve Rusya’nın sahip olduğu dinamiklerin dengelenmesini temel dış politika önceliği olarak belirlemiştir. Ancak bu dış politika hedefinde, müttefiklerini ikna etme noktasında arzu edilen oranda başarılı olamamıştır. Avrupa ülkeleri, Rusya’yı ve Çin’i ABD kadar büyük bir tehdit olarak algılamamışlar, ABD’nin bu ülkelere karşı izlediği politikalara karşı çekimser yaklaşmışlardır. Rusya-Ukrayna Savaşı’ndan sonra ise ABD’nin kendi dış politika önceliklerini müttefiklerine benimsetme şansı artmıştır. Uluslararası politikada artan çok kutupluluk Batılı hegemon güçler ve Doğu’daki yükselen güçler arasındaki bir ayrıma evrilmektedir. Fakat bu ayrımlar halen muğlak çizgilere sahiptir ve uluslararası sistemin ne yöne evrileceğini şimdiden kestirmek oldukça zordur. Bu zorluğa rağmen, ABD ile Avrupa arasındaki işbirliğinin önemli bir ivme kazandığını söylemek mümkündür.
Beşincisi, Avrupa güvenliğinde ABD’nin rolünün artması, çelişkili gibi görünse de Avrupa ülkelerinin daha fazla sorumluluk üstlenmeleri anlamına gelmektedir. Sert güç unsurlarının artan önemi; Avrupa’nın bu konuda sadece ABD’ye güvenmesini değil; kendi savunma kapasitesini güçlendirmesini de ihtiyaç haline getirmiştir. Diğer taraftan ABD’nin Çin ve Rusya’ya karşı izleyeceği politikada Avrupa dışı güvenlik garantileri ve ittifak yapıları hayatiliğini korumaktadır. ABD’nin Asya’da etkin bir dengeleme politikası izleyebilmesi için Avrupa’da üstlendiği güvenlik ve savunma yükünü daha fazla oranda müttefiklerine bırakması gerekecektir. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri, Almanya’nın savunma bütçesini artırması gibi örnekler, Avrupa ülkelerinin bu yükü üstlenmeye geçmişe oranla daha istekli olduklarını göstermektedir.
Özetle, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Avrupa güvenlik mimarisi üzerindeki uzun vadeli etkilerini tartışmak için henüz erken olsa da güvenliğin askeri boyutunun yeniden önem kazandığını ve bu minvalde ABD’yle olan ilişkilerin yeniden ele alınacağını söylemek mümkündür. Fakat bu noktada geleceğe dönük sağlıklı bir öngörüde bulunulmasını önleyen bazı faktörler söz konusudur. Avrupa, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar nedeniyle ağır bir bedel ödemektedir. Zira Covid-19 salgınının etkileri henüz atlatılamadan, bir de enerji krizi ile karşılaşılmıştır. Diğer yandan varlığını her geçen gün daha da fazla hissettiren iklim kriziyle nasıl baş edileceği de belirsizdir.
Sonuç olarak uluslararası sistem; siyasal, ekonomik ve toplumsal olarak son otuz yılda öylesine bir karşılıklı bağımlılık içerisine girmiştir. Bu sistem içerisinde artan siyasal gerginlikler, tüm aktörler için büyük sorunlar yaratmaktadır. Dolayısıyla uluslararası sistemdeki siyasal gerginliklerin ve jeopolitik çatışmaların sürdürülebilirliği büyük bir soru işareti oluşturmaktadır. Bu bağlamda Avrupa’nın uluslararası düzeyde güvenlik çıkarlarının, beklentilerinin, hedeflerinin ve stratejilerinin ABD’yle uzun vadede uyumlu olup olmayacağını şimdiden öngörmek hiç kolay değildir.