Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne (AB) tam üyelik süreci yarım yüzyılı aşan bir müzakere ve uyum çabası olarak günümüze kadar devam etmiştir. 1999 Helsinki Zirvesi’nde adaylık statüsünün kabul edilmesi ve 2005 yılında tam üyelik müzakerelerinin başlatılması bu sürecin önemli dönüm noktaları olarak görülmüştür. Ancak aradan geçen yıllar, sürecin teknik ve hukuki uyumdan ziyade Avrupa tarafından siyasi bir tartışma meselesine dönüştürüldüğünü göstermektedir. Merkel ve Sarkozy döneminde geliştirilen “imtiyazlı ortaklık” anlayışının hâlen geçerliliğini koruduğu çokça kez görülmüştür. Nitekim AB karar alıcıları; Türkiye’nin nüfus büyüklüğü, siyasi yapısı ve kültürel kimliği nedeniyle Birliğin tam üyesi olarak yer alamayacağını dönem dönem dile getirmişlerdir. Dolayısıyla 2025 itibariyle Türkiye-AB ilişkilerinde imtiyazlı ortaklığa ilişkin tartışmalar giderek büyümüştür.
Türkiye’nin AB’yle ilişkilerinde 1999 Helsinki Zirvesi kritik bir dönüm noktası olmuştur. Bu zirvede Türkiye’nin aday ülke statüsüne kavuşması, müktesebata uyum çalışmalarının başlaması açısından kritik bir an olarak görülmüştür. 2005 yılında başlayan tam üyelik müzakereleri, AB-Türkiye ilişkilerini yeni bir evreye taşımıştır. Ancak bu sürecin ilerleyişi Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin tutumları nedeniyle sekteye uğramış ve farklı bir yöne evrilmiştir.
İmtiyazlı ortaklık, ilk kez Nisan 2000 tarihinde Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing tarafından dile getirilmiştir.[i] İmtiyazlı Ortaklık; AB ile Türkiye arasında tam üyelik yerine önerilen, daha sınırlı bir işbirliği modelini ifade etmektedir. Bu model, Türkiye’nin AB’ye tam üye olmadan ekonomik, ticari ve siyasi alanlarda yakın bir ilişki kurmasını öngörmektedir. AB kurumlarında karar alma süreçlerine katılım hakkı ya da tam üyelikle gelen diğer hak ve yükümlülükler bu modelde yer almamaktadır.[ii]
Merkel ve Sarkozy’nin savunduğu bu yaklaşım, Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunu belirli bir düzeyde tutmayı amaçlamakta; kültürel ve siyasi farklılıkları gerekçe göstererek tam üyeliği reddeden bir alternatif sunmaktadır. Bu teklif, 2000’li yılların başında Türkiye tarafından yeterli bulunmamış, müzakerelerin teknik boyuttan uzaklaşıp siyasi bir boyuta evrildiği şeklinde yorumlanmıştır. 2018 yılından itibarense Türkiye’nin tam üyelik müzakereleri tamamıyla askıya alınmıştır.[iii] Tam üyelik süreci askıya alınmasına rağmen Türkiye, göç krizi, enerji geçiş hatları ve bölgesel güvenlik meselelerinde sahip olduğu önemden dolayı AB için vazgeçilmez bir aktör olarak görülmektedir. Dolayısıyla Brüksel, Ankara’yla işlevsel alanlarda yakın işbirliğini sürdürmeyi stratejik bir zorunluluk olarak görmektedir.
AB’nin Türkiye’yi tam üye yapma konusunda isteksiz davranmasının temelinde demografik faktörler önemli bir rol oynamaktadır. Öncelikle Türkiye’nin nüfus büyüklüğü dikkate alındığında, Birliğe katılımın ardından Avrupa Parlamentosu’nda en fazla sandalye hakkına sahip ülke olacağı öngörülmektedir. Bu durum, Almanya ve Fransa gibi Birliğin kilit aktörlerinin mevcut ağırlığını aşan bir güç dengesi yaratabileceği için AB açısından daima bir çekince olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin demografik kapasitesi, Birliğin karar alma mekanizmalarında muhtemel bir denge bozulmasına yol açabileceği gerekçesiyle üyelik sürecinde bir bariyer olarak konumlandırılmıştır. Bunun yanı sıra Türkiye’nin AB’yle olan siyasal uyumsuzluğu da üyelik sürecinin önünde önemli bir engel olarak görülmektedir. AB Komisyonu raporlarında sıkça vurgulanan ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve hukukun üstünlüğü gibi alanlardaki eksiklikler; sürecin ilerlemesini engelleyen faktörlerden biri olmuştur. Kıbrıs meselesi ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yürütmüş olduğu “Mavi Vatan” hedefi de Türkiye’nin Birlik üyeliğini zorlaştıran jeopolitik unsurlar arasında sayılmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Birliğe üye devlet olması, Türkiye’nin üyelik müzakerelerinde sürekli bir engelle karşılaşmasına neden olmuştur. Özellikle de Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığına dair tartışmalar, AB-Türkiye ilişkilerinin daima ihtiyatlı ve mesafeli şekilde ilerlemesine neden olmuştur.
Buna rağmen AB, Türkiye’yi tam üye yapmaksızın stratejik işbirliğini sürdürmektedir. Gümrük Birliği, Türkiye’yi Avrupa ekonomisine entegre eden bir mekanizma olmaya devam etmektedir. Türkiye, Birlik üyesi olmadan Avrupa iç pazarına tarife ve kota olmaksızın erişim imkânı bulunan tek ülkedir. AB ise Türkiye’nin büyük tüketici pazarını ve üretim kapasitesini tarifesiz ve kotasız bir biçimde kullanabilmektedir. Gümrük Birliği’nin yanı sıra 2016 yılında imzalanan göç mutabakatı, Türkiye’nin AB için mülteci akınını kontrol eden bir ülke işlevi kazandırmıştır. Geri kabul anlaşması gibi AB’nin mülteci yükünü hafifleten anlaşmalarla Türkiye, AB’nin göç krizini yönetmek konusunda en kritik müttefikidir. Son olarak enerji geçiş hatları bakımından da Türkiye, Orta Doğu ve Hazar bölgesinden Avrupa’ya uzanan stratejik Zengezur Koridoru’nun merkezinde yer almaktadır. Enerji güvenliği konusunda AB’nin Türkiye’yle sahip olduğu açık bir müttefiklik bulunmaktadır. Dolayısıyla Merkel ve Sarkozy’nin “imtiyazlı ortaklık” planı, bu bağlamda resmen anılmasa da farklı bir şekille hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğine bakıldığında tam üyelik hedefinden ziyade spesifik alanlarda derinleşmenin öne çıktığı görülmektedir. Ankara’nın Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) içindeki rolü ve 2016 Göç Mutabakatı, Türkiye’nin Avrupa kıtasının güvenlik mimarisinde önemli bir role sahip olduğunu ve ileride de bu rolün öneminin artacağını göstermektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı’yla olan ortaklığı, askeri ittifak ve göç yönetimi üzerinden devam etmesi beklenmektedir. Bazı konularda ihtilaflar yaşasalar dahi Türkiye’nin Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya’da üstlendiği kritik rol, AB’nin stratejik çıkarlarıyla kesişmekte ve bölgedeki işbirliğinin sürekliliğini zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte AB genişleme gündeminde Batı Balkan ülkeleri ve Ukrayna’ya öncelik verildiği açıkça görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğinin kurumsallaşmış bir imtiyazlı ortaklık modeli çerçevesinde şekillenmesi muhtemeldir. Bu durum, hem Brüksel’in stratejik hesaplarının hem de Ankara’nın jeopolitik öneminin birleşmesiyle ortaya çıkan yeni bir müttefiklik biçimi olarak yorumlanabilir. Geliştirilmiş olan bu stratejik ortaklık, Türkiye’yi AB üye ülkesi olmadan da Birliğin önemli ve işlevsel bir parçası hâline getirmiştir.
[i] Küçük, B. (2011). “Europe and the Other Turkey: Fantasies of Identity in the Enlargement Europe”. Eurosphere Working Paper Series, S. 34: 89-115
[ii] “European Union-Turkey: from an illusory membership to a ‘Privileged Partnership’”, Foundation for Strategic Research (Robert Schuman Foundation), European Issues No. 437, Pierre Mirel, June 2017, https://www.robert-schuman.eu/en/european-issues/0437-european-union-turkey-from-an-illusory-membership-to-a-privileged-partnership, (Erişim Tarihi: 28.08.2025).
[iii] “Avrupa Parlamentosu: ‘Türkiye’nin AB üyelik süreci askıda, 2018’den bu yana ilerleme yok’”, Euronews, 7 Mayıs 2025, https://tr.euronews.com/my-europe/2025/05/07/avrupa-parlamentosu-turkiyenin-ab-uyelik-sureci-askida-2018den-bu-yana-ilerleme-yok, (Erişim Tarihi: 21.08.2025).