Türkiye ile Avrupa Birliği (AB) arasındaki ilişkiler, yaklaşık altmış yıllık bir geçmişe sahip olup, bu uzun soluklu süreç boyunca çeşitli siyasi, ekonomik ve stratejik dönüşümlere sahne olmuştur. Türkiye’nin 1959 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET) yaptığı ortaklık başvurusu, Batı’yla bütünleşme hedefi doğrultusunda atılmış önemli ve stratejik bir adım olarak değerlendirilmiştir. Bu başvuruyu takiben 1963 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile taraflar arasında kurumsal temellere dayanan bir ortaklık ilişkisi tesis edilmiştir. Söz konusu anlaşma, Türkiye’nin kademeli olarak AET iç pazarına entegrasyonunu sağlamayı ve nihai olarak tam üyeliğe hazırlanmasını hedeflemiştir.
Nitekim, 1970 yılında imzalanan ve bundan üç yıl sonra yürürlüğe giren Katma Protokol ile Türkiye’nin AET’ye yönelik gümrük vergilerini kademeli olarak kaldırması ve serbest ticaretin aşamalı bir biçimde tesis edilmesi öngörülmüştür. Ancak 1970’li yıllarda yaşanan siyasi istikrarsızlıklar, ekonomik krizler ve özellikle Kıbrıs meselesi, ikili ilişkiler üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Bu gelişmelerin sonucunda 1980 yılında gerçekleşen askerî darbeyle birlikte Türkiye-AT ilişkileri ciddi biçimde duraklama sürecine girmiştir. Bununla birlikte Türkiye’nin 1987 yılında tam üyelik başvurusunda bulunması, taraflar arasındaki ilişkilerin yeniden canlanma eğilimi göstermesine yol açmıştır. Ne var ki bu başvuru hem dönemin siyasi koşullarının elverişsizliği hem de Türkiye’nin yapısal yetersizlikleri gerekçesiyle Avrupa Komisyonu tarafından işleme alınmamıştır.
1990’lı yıllarda AB’nin kendi iç bütünleşme sürecine ivme kazandırmasıyla birlikte Türkiye-AB ilişkilerinde de yeni bir dinamizm ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda 1995 yılında imzalanan ve 1996 yılında yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması, Türkiye’nin Birlik ile ekonomik entegrasyonunu önemli ölçüde derinleştirmiştir. Söz konusu anlaşma çerçevesinde Türkiye, sanayi ürünlerinde gümrük vergilerini kaldırmış ve AB’nin ortak dış ticaret politikasına uyum sağlamayı taahhüt etmiştir. Böylece, hem Türkiye’nin AB müktesebatına uyum süreci hız kazanmış hem de tam üyelik yolunda karşılaşılan teknik engellerin aşılması yönünde önemli bir zemin oluşturulmuştur.
Öte yandan 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’ye adaylık statüsünün verilmemesi, buna karşılık Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine adaylık tanınması, Türkiye-AB ilişkilerinde ciddi bir kırılmaya yol açmış ve Türk kamuoyunda derin bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu olumsuz atmosfer, 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının resmen tanınmasıyla dağılmış ve böylece Türkiye’nin tam üyelik perspektifine kurumsal bir boyut kazandırılmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye-AB ilişkileri yeniden ivme kazanmış ve özellikle siyasi kriterler bağlamında reform süreçleri hızlanmıştır. 2001 yılında yayımlanan Katılım Ortaklığı Belgesi ile Türkiye’ye yönelik kısa ve orta vadeli öncelikler belirlenmiş, buna karşılık olarak hazırlanan Ulusal Program ise Türkiye’nin AB müktesebatına uyum konusundaki kararlılığını ve taahhütlerini ortaya koymuştur.
Bu dönemde Türkiye, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda kapsamlı anayasal ve yasal reformlar gerçekleştirmiştir. Söz konusu reformların siyasi kararlılıkla hayata geçirilmesi, AB kurumlarının da dikkatini çekmiştir. Nitekim 2004 yılı Aralık ayında toplanan Avrupa Konseyi Zirvesi’nde, Türkiye’yle tam üyelik müzakerelerinin başlatılmasına karar verilmiş ve bu doğrultuda müzakereler 3 Ekim 2005 tarihinde resmen başlamıştır. Böylece Türkiye-AB ilişkilerinde yeni ve daha karmaşık bir evreye geçilmiş, üyelik süreci, yalnızca teknik müktesebat uyumunu değil, aynı zamanda siyasi kriterlere uyumu da içeren kapsamlı bir çerçevede ilerlemeye başlamıştır.
Ancak bu perspektifin somut kazanımlara dönüşmesi, zaman içinde hem Türkiye’nin iç siyasal dönüşümleri hem de AB’nin genişleme politikalarında yaşadığı kırılmalar nedeniyle giderek zorlaşmıştır. Özellikle 2005 yılında başlayan tam üyelik müzakereleri, Türkiye’nin AB müktesebatına uyum sürecine kurumsal bir çerçeve kazandırmakla birlikte, sonraki yıllarda yaşanan yapısal ve siyasi sorunlar bu sürecin yavaşlamasına, hatta bazı alanlarda tamamen durmasına neden olmuştur. Bu süreçte AB, Türkiye’ye dönük eleştirilerini giderek sertleştirirken, Ankara ise bu eleştirileri çoğu zaman egemenlik alanına müdahale olarak değerlendirmiştir. Diğer yandan Kıbrıs meselesi başta olmak üzere bazı yapısal sorunlar, AB’nin genişleme sürecinde Türkiye’ye yönelik çifte standart uyguladığı algısını pekiştirmiştir. Nitekim 2004 yılında Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) çözüm sürecine rağmen tam üyelik statüsü kazanması, Türkiye’nin AB üyeliğine dair inancını ciddi şekilde zedelemiştir.
Buna paralel olarak 2010’lu yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin dış politikada daha özerk ve çok boyutlu bir rota benimsemesi, AB’yle eşgüdüm ihtimalini daha da sınırlamıştır. Özellikle Türkiye’nin Rusya’yla yakınlaşması, Orta Doğu krizlerindeki pozisyonları, Suriye politikası ve Doğu Akdeniz’de yaşanan enerji temelli gerilimler, AB nezdinde Türkiye’nin güvenilir bir ortak olup olmadığına dair tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 2016 yılında gerçekleşen darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hal ise başta Brüksel olmak üzere Batı başkentlerinde demokratik gerileme endişelerini artırmış ve bu nedenle üyelik süreci büyük ölçüde askıya alınmıştır. Böylelikle Türkiye-AB ilişkileri normatif temellerden uzaklaşarak daha çok stratejik ve işlevsel işbirliklerine dayalı bir yapıya evrilmiştir.
Bu noktada göç meselesi, enerji arz güvenliği, terörle mücadele ve gümrük işleyişi gibi alanlarda taraflar arasındaki işbirliği, üyelik sürecinden bağımsız bir düzlemde gelişmeye başlamıştır. Özellikle 2016 tarihli Türkiye-AB Göç Mutabakatı, bu yeni ilişki biçiminin en somut örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. Buna ek olarak Türkiye’nin enerji geçiş yolları üzerindeki stratejik konumu, AB için onu vazgeçilmez bir jeopolitik ortak hâline getirmiştir. Dahası Türkiye’nin Karadeniz, Kafkasya, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz gibi istikrarsızlık üreten bölgelerdeki etkinliği, AB’nin güvenlik mimarisi açısından Ankara’yla ilişkilerini yeniden gözden geçirmesini zorunlu kılmıştır.
Tüm bu gelişmeler ışığında, klasik anlamda bir tam üyelik hedefinden uzaklaşıldığı ve ilişkilerin giderek “işlevsel ortaklık” düzlemine kaydığı açıkça görülmektedir. Bu yeni ilişki biçimi, kimi akademik çevrelerde “özel statülü ortaklık” ya da “farklılaştırılmış entegrasyon” şeklinde tanımlanmakta ve Norveç, İsviçre veya post-Brexit Birleşik Krallık örneklerinden ilhamla Türkiye için de benzer bir modelin uygulanabilirliği tartışılmaktadır. Türkiye açısından ise tam üyelik hedefi resmi olarak terk edilmese de mevcut konjonktürde daha eşitlikçi ve karşılıklı çıkar temelinde şekillenen bir ortaklık formülüne olan ilgi her geçen gün artmaktadır.
Bu çerçevede Türkiye’nin son yıllarda aktif şekilde katılım gösterdiği Avrupa Siyasi Topluluğu toplantıları, taraflar arasındaki ilişkilere dair yeni bir perspektif sunmaktadır. Özellikle 2022 Prag Zirvesi ile başlayan bu platform, AB üyeleri ile aday ve potansiyel aday ülkeler arasında çok katmanlı bir siyasi diyalog zemini oluşturmayı hedeflemekte ve güvenlik, enerji, altyapı ve ekonomi gibi kilit alanlarda işbirliğini teşvik etmektedir. Türkiye’nin bu oluşuma katılımı ise tarafların birbirini dışlamaktan ziyade esnek ve kapsayıcı bir işbirliği modeli geliştirme arzusunu yansıtmaktadır. AST çerçevesinde gerçekleştirilen yüksek düzeyli diyalog toplantıları, Türkiye’nin Avrupa güvenlik mimarisi ve siyasi geleceği açısından dışlanamayacak bir aktör olduğunu vurgularken, AB açısından da Türkiye’yle stratejik diyaloğun kurumsallaştırılması gerektiği yönünde önemli sinyaller vermektedir. Bu toplantılar, üyelikten bağımsız ancak üyelik kadar derinlikli bir işbirliğinin zeminini hazırlama potansiyeline sahip olup, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden tanımlanmasında işlevsel bir araç olarak değerlendirilmektedir.
Geleceğe yönelik olarak Türkiye-AB ilişkilerinin sürdürülebilir ve kurumsallaşmış bir zemine oturabilmesi, öncelikle taraflar arasında karşılıklı güvenin yeniden inşasıyla mümkün olabilecektir. Bu bağlamda Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, özellikle dijital ekonomi, tarım ve hizmetler sektörlerini de kapsayacak şekilde genişletilmesi, ilişkilerin ekonomik boyutuna yeni bir dinamizm kazandırabilir. Ayrıca vize serbestisi sürecinin tamamlanması, yalnızca teknik bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal etkileşim ve karşılıklı anlayış açısından da önemli katkılar sağlayacaktır.
Her ne kadar Türkiye-AB ilişkileri başlangıçta tam üyelik hedefi ekseninde kurgulanmış olsa da gelinen noktada bu hedefin yerini stratejik ortaklığa dayalı, daha esnek ve işlevsel bir ilişki biçimine bıraktığı görülmektedir. Bu dönüşüm, yalnızca Türkiye’nin iç dinamiklerinden değil, aynı zamanda AB’nin kurumsal kapasitesi, siyasi iradesi ve uluslararası sistemdeki güç dengelerinde yaşanan değişimlerden de etkilenmektedir. Dolayısıyla gelecekte üyelik perspektifinden bağımsız ancak üyelik kadar kapsayıcı, karşılıklı çıkar temelli ve çok katmanlı bir ortaklık modeli, her iki taraf açısından da daha gerçekçi ve uygulanabilir bir seçenek olarak öne çıkmaktadır.
