Covid-19 salgını; aşı çalışmaları, virüsün mutasyonu ve aşıların koruyuculuğunun güvenilirliği hususundaki tartışmaların gölgesinde devam etmektedir. Salgının geleceği ise belirsizliğini korumaktadır. Buna bağlı olarak sosyal medya başta olmak üzere, çeşitli platformlarda virüsün kaynağı ve hedefleri konusunda çok sayıda komplo teorisi dolaşmaktadır.
Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkede gündeme gelen komplo teorileri, genel olarak batılı devletlere yönelik kuşku üzerinden şekillenmektedir. Tarihten gelen tecrübelerin de desteklediği üzere, yaşanan olayların büyük bölümü Batılı devletlerin komplosu olarak yorumlanmaktadır. Ancak toplumların komplolara niçin maruz kaldıkları ya da bu tür olayların önlenebilmesi için ne yapılması gerektiği hususunda yeteri kadar kafa yorulmamaktadır. Hatta belki de bazen komplo teorileriyle anılan devletler bile, kendilerinin bahsedilen olaylarda rolleri olabileceği iddiasına şaşırmaktadırlar. Fakat sıradan görülen olayların arkasından hayal bile edilemeyecek gerçeklerin çıktığı da yadsınamaz bir durumdur.
Covid-19 virüsünün kaynağının Çin olması ve her türlü komplonun kaynağı olarak görülen devletlerin salgın esnasında virüsten en çok etkilenen ülkeler olması, bu sefer farklı bir senaryo ortaya çıkarmıştır. Başta ABD, İngiltere ve Rusya olmak üzere, dünyanın büyük güçlerinin de salgından en çok etkilenen devletlerin başında gelmesi, olağan komplo parametrelerinde bazı farklılıklar yaratmıştır. Bu süreçte yükselen güç olarak gösterilen ve virüsün çıkış yeri olan Çin kaynaklı komplo teorileri daha sık konuşulmaya başlanmıştır. Hatta ABD Başkanı Donald Trump da dahil birçok politikacı ve bürokrat, konuya ilişkin iddialı açıklamalar yapmaktan çekinmemiştir. Nitekim son olarak Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Yardımcısı Matthew Pottinger, salgının Wuhan’da Çin devletine ait bir laboratuvardan sızdığını iddia etmiştir.[1]
Günümüzde virüsün kaynağı (kasıtlı ya da kasıtsız) olan Çin, aslında tarihte biyolojik silah kullanımı yüzünden en çok kayıp veren ülkelerin başında gelmektedir. Japonya, 1932 ile 1945 yılları arasında işgal ettiği Çin topraklarında binlerce Çinliyi biyolojik silah denemelerinde kullanmış ve onların ölümüne neden olmuştur. Diğer bir ifadeyle Japonya, tarihin en büyük biyolojik silah programlarından birini Çin topraklarında gerçekleştirmiş ve biyolojik silah kullanarak (hem saldırı hem de büyük oranda testler için) tarihte biyolojik silah kaynaklı olduğu bilinen en büyük insan kaybına sebebiyet vermiştir.
2. Dünya Savaşı öncesinde Çin’i işgal eden Japonya, ağırlıklı olarak Mançurya olmak üzere, Çin’in belirli bölgelerinde biyolojik silah üretim, depolama ve deneme tesisleri kurmuştur. Tokyo’da başlayan çalışmaların temelini atan Dr. Ishii Shiro, Çin topraklarında yürütülen programın en yetkili ismidir. Söz konusu dönemdeki Japon Biyolojik Silah tesislerinin en bilineni ise Ping Fang’da 6 km² alana kurulan ve 3.000 kişilik bir ekibin çalıştığı Unit-731 kod adlı tesistir.[2] Japonlar, bu konudaki faaliyetlerini öyle yoğunlaştırmışlardır ki 500 milyon hastalıklı kelebek üretim kapasitesine ulaşmışlardır.[3]
Japonya, ürettiği biyolojik silahları bir yandan savaşta kullanırken; diğer yandan testler için de insan ve hayvanları kullanmıştır. Japon Ordusu, Dr. Shiro’ya ilk biyolojik silah saldırısı emrini 1939 yılında Japon askerleriyle sınırda çarpışan Sovyet askerlerine karşı kullanması için vermiş ve bu tür saldırılar daha sonra da devam etmiştir.[4] Bu açıdan Japonya, II. Dünya Savaşı’nda biyolojik silahın kullanıldığı ilk saldırıyı gerçekleştirmiştir. Japonya, Çin Ordusu’na karşı da yoğun bir şekilde biyolojik silah saldırısında bulunmuştur.
Diğer taraftan Japon askerleri ve bilim adamları, Mançurya’da insanlar üzerinde tarihin en büyük biyolojik silah denemelerini de yapmışlardır. Bu nedenle Rus, Yeni Zelandalı ve Çinli savaş esirleriyle bölgede yaşayan Çin vatandaşları, tarihin en kapsamlı biyolojik silah testlerine tabi tutulmuşlardır. 1932 ile 1945 yılları arasında insanlara doğrudan uygulanan biyolojik silah denemelerinde ve binlerce metrekareyi kapsayan açık hava testlerinde ölenlerin sayısı net olarak bilinmemekte ve bu konuda farklı rakamlar telaffuz edilmektedir.
ABD, Japonya’nın işgalinden sonra başta Dr. Shiro olmak üzere, biyolojik silah çalışmalarını yürüten Japon bilim adamlarını ABD’ye götürüp yargılamalardan muaf tutarak kendi biyolojik silah çalışmalarının temelini atmıştır. Washington yönetimi, bu çalışmalara ilişkin belge ve bilgileri halen gizli tutmaktadır. Bu yüzden Japonya’nın biyolojik silah denemelerinin boyutu ve kurbanların sayısı konusunda önemli bir belirsizlik vardır. Mesela Amerikalı tarihçi Sheldon Harris, ölenlerin sayısının 10.000 ile 12.000 arasında olduğunu belirtirken;[5] Yunhua ise 20.000’den fazla kurbanın olduğunu iddia etmektedir.[6] Bununla beraber kurban sayısının 700.000 ile 1.000.000 arasında olduğunu iddia eden kaynaklara da rastlamak mümkündür.[7]
Tokyo Hükümeti, Pekin’in iddialarını reddetmekte ve kanıt bulunmadığını öne sürmektedir. Bu konudaki en önemli kanıtlar ise söz konusu sürece tanık olan Çinliler, bu çalışmalarda görev almış Japonlar ve II. Dünya Savaşı döneminde Çin’in bir bölümünü işgal eden ve bazı bilgi, belge ve çalışmaları ülkesine götüren Ruslardır. Nitekim 1949 yılının Aralık ayında Sibirya’nın Khabarovsk bölgesinde Rus askeri mahkemesinin 12 Japon askerini bu suçtan yargılaması ve bu süreçte ortaya konan bilgi ve belgeler oldukça önemlidir.[8] Diğer taraftan uzun süre konuyu reddeden Japonya’daki bir mahkeme, yapılan başvuru üzerine Quzhou, Ningbo ve Changde şehirlerinde 1940 ile 1942 yılları arasında Çin halkına karşı yapılan bu saldırıların Cenevre ve La Haye anlaşmalarına aykırı olduğunu kabul etmiş; lakin tazminat talebini reddetmiştir.[9] Ancak bu konuda en detaylı bilgilerin ABD gizli arşivlerinde olduğu tahmin edilmektedir.
Sonuç olarak Japonya’nın tarihin en kanlı biyolojik silah saldırısını Çinlilere karşı yaptığı bilinen bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında, tıpkı Tokyo’nun nükleer silahlara karşı aldığı tavır gibi, Pekin yönetiminin ya da en azından Çin halkının da biyolojik silahlara karşı tavır almasını beklemek çok yanlış olmasa gerek. Bu bakımdan tarihte biyolojik silahlardan en büyük zayiatı görmüş olan Çinlilerin tüm dünyayı kasıp kavuracak bir biyolojik silah üretip kasıtlı olarak kullanmış olması ihtimali, meseleyi daha da karmaşık hale getirmektedir. Gerçek ise zamanla ortaya çıkacaktır.
[1] “Tartışma Yaratan Covid-19 İddiası: Sebebi Çin Hükümeti”, Sözcü, https://www.sozcu.com.tr/2021/dunya/tartisma-yaratan-covid-19-iddiasi-sebebi-cin-hukumeti-6194856/, (Erişim Tarihi: 06.01.2021).
[2] Tom Mangold-Jeff Goldberg, Plague Wars-The Terrifying Reality of Biological Warfare, St. Martin’s Press, New York 1999, s.18.
[3] John Norris-Will Fowler, Nuclear, Biological and Chemical Weapons on the Modern Battlefield, London-Brassey’s 1997, s. 29.
[4] Mangold-Goldberg, a.g.m., s. 21.
[5] Sheldon Harris, Factories of Death: Japanese Biological Warfare, 1932–1945 and the American Cover-up Routledge, New York 1994, s. 65.
[6] Zou Yunhua, “Balancing Disarmament and Development”, Susan Wright, ed., Biological Warfare and Disarmament: New Problems/New Perspectives, Rowman&Littlefield Publishers, Lanham 2002, s. 214.
[7] Daniel Barenblatt, A Plague upon Humanity-The Secret Genocide of Axis Japan’s Germ Warfare Operation, Harpercollins, New York 2004, s. 97.
[8] John W. Powell, “Japan’s Germ Warfare: The U.S. cover-up of A War Crime”, Bulletin of Concerned Asian Scholars, 12(4), 1980, s. 3.
[9] Jonathan Watts, “Japan Guilty of Germ Warfare Against Thousands of Chinese”, The Guardian, 28 August 2002.