Çin’in küresel bir vizyonla geliştirdiği Kuşak-Yol Projesi, ilk süreçte İngiltere ve Çin arasındaki bağlantı şeklinde düşünülmüş ve hat, Demir İpek Yolu olarak tanımlanmıştır. Oluşturulan proje üzerinden benimsenen amaç, İngiltere’den veya Çin’den yola çıkan bir trenin Avrupa, Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya hattı üzerinden diğer bir noktaya varmasıydı. Lakin dünya siyasetindeki dengelerde ve denklemlerde yaşanan değişimler, Çin ile İngiltere arasında kurulan bağın zarar görmesine yol açmıştır.
Özellikle de İngiltere, Hint-Pasifik de dahil olmak üzere birçok bölgede ve konuda Çin karşıtı tutum sergilemeye başlamıştır. Bunun en önemli örneklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Avustralya ve İngiltere arasında imzalanan AUKUS Anlaşması’dır. AUKUS’la birlikte Londra yönetimi, bir noktada Washington’un Soğuk Savaş döneminde aktif bir şekilde kullandığı çevreleme politikasının ana aktörlerinden ve destekleyici güçlerinden birine dönüşmüştür.
Çin’e karşı sert bir tutum benimseyen İngiltere, Rusya-Ukrayna Savaşı’yla birlikte Rusya’yı da açıkça karşısına almıştır. Moskova’ya uygulanan yaptırımları sürekli olarak genişleten ve derinleştiren Londra yönetimi, Ukrayna Ordusunu en çok destekleyen aktörler arasındadır. Bu durumun İngiltere’nin Asya’daki devletler nezdindeki öneminin azalmasına, etkisinin kırılmasına ve hatta düşman olarak görülmesine yol açtığı gündeme getirilmektedir. Buna bağlı olarak da Demir İpek Yolu’nun İngiltere’de son bulan merkezi değişmeye başlamıştır. Dolayısıyla Asya ile Avrupa arasındaki bağlantıyı, ticareti ve ulaşımı sağlayan yeni aktörlerin ortaya çıktığı ve yeni bir misyonun belirlendiği ifade edilebilir.
İngiltere’nin özellikle de Rusya ve Çin nazarında azalan önemine ve ilişkilerde artan gerginliğe rağmen yeni merkezler aracılığıyla Avrupa ile Asya arasındaki ilişkiler devam etmektedir. Zira Avrupa, önemli bir pazar ve Çin, ucuz bir üretim merkezidir. Aslında Çin, bu konudaki önemini korumaya devam etmekte ve Avrupa’daki merkez, Almanya’ya kaymaktadır.
Almanya’nın Asya ülkeleri nazarındaki öneminin artmasının ve bir merkeze dönüşmesinin çeşitli nedenleri bulunmaktadır. Öncelikle Berlin yönetimi, enerji konusunda Rusya’ya bağımlı olmanın getirdiği etkiyle, Londra’ya oranla Moskova’ya karşı daha yumuşak bir tutum benimsemiştir. Zira Avrupa’da Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başladığı süreçte en önemli eleştirilerden biri Almanya’nın Ukrayna’ya askeri yardım gönderme konusunda daha isteksiz davranmasıydı. Berlin’in sert bir tavır takınmaması ve destek gönderme konusundaki yaklaşımı, NATO içinde çatlak seslerin oluştuğu yönündeki tartışmaları beraberinde getirmişti.
Diğer taraftan Almanya, ABD’nin Rusya ve Çin’i “şeytanlaştırma” sürecine ve yürüttüğü propagandaya daha mesafeli yaklaşmaktadır. Çünkü Rusya, Almanya’ya yakınken; ABD, Almanya’ya uzaktır. Ayrıca Almanya’nın savaş nedeniyle gördüğü zararın Washington yönetimi tarafından telafi edilmeyeceği de aşikardır. Dahası Avrupa’nın en önemli ülkelerinden olan Almanya’nın ABD’nin etkisinden uzak bir dış politika izlemek ve Brexit’in ardından Avrupa Birliği’ni (AB) daha etkili bir aktöre dönüştürmek istediği bilinmektedir.
Öte yandan Berlin’in geçmişten gelen bir Avrasya politikası bulunmaktadır. Bu kapsamda Almanya, Rusya ve Çin’in ABD’yle yaşadığı gerginliği en az zaiyatla atlatmaya ve çıkarlarını azami seviyede gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu noktada İngiltere’nin AB’den ayrılmasından sonra izlediği politikalar neticesinde, Avrasya coğrafyasında oluşan boşluğu Almanya’nın doldurmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Bu noktada Almanya’nın neden Hindistan’a yönelmediği sorusu sorulabilir. Bağlantısızlar Hareketi’nde önemli bir ülke de olsa Hindistan’ın eski bir İngiltere sömürgesi olduğu, Yeni Delhi yönetiminin Pekin kadar ABD ve İngiltere’ye karşı sert bir tutum benimsemediği, ABD ve İngiltere merkezli sermayenin Hindistan’a kaydığı ve mevzubahis ülkeye yapılacak yatırımın dolaylı da olsa İngiltere’nin ve ABD’nin nüfuzunun devamı anlamına geleceği söylenebilir.
Almanya’nın Çin’e yönelmesindeki nedenlerden birinin de AB içinde değişen dengelerle alakalı olduğu düşünülebilir. Zira Demir İpek Yolu’nun İngiltere merkezli olması, İngiltere’nin AB üzerindeki nüfuzunun temsili şeklinde okunabilir. Ancak merkezin Almanya olması hem Berlin’in elini güçlendirecek hem de Paris’le yaşadığı rekabette önemli kazanımlar elde etmesini sağlayacaktır. Buna ek olarak geniş Avrasya jeopolitiğinde etki kurmak isteyen Berlin için Londra’nın etkisinden kurtulmuş olan bir AB, çok daha kullanışlı bir araca dönüşecektir. Özellikle de son dönemde Almanya’ya paralel olarak AB’nin özellikle de Kafkasya ve Orta Asya’da artan faaliyetleri dikkat çekmektedir.
Son olarak belirtmek gerekir ki; Almanya, Çin’e karşı açıktan bir reaksiyon geliştirmemiştir. Zira Almanya, önemli bir sanayi ülkesi olsa da çeşitli konularda Çin’i rakip olarak görmek istememektedir. Çünkü Çin hem enerji hem demir-çelik hem de lityum gibi kaynaklar açısından ön plana çıkan ülkelerdendir. Bu anlamda Rusya’ya uygulanan yaptırımlar nedeniyle önemli bir kayıp yaşayan Almanya’nın söz konusu hasarı Çin’le ilişkileri aracılığıyla telafi etmek istediği öne sürülebilir.
Anlaşılacağı üzere, Almanya’nın son dönemlerde Orta Asya ülkeleri ve Çin’le geliştirdiği ilişkiler ve gerçekleştirdiği ziyaretler oldukça mühimdir. Zira söz konusu ziyaretlerin sadece iki devlet arasındaki ilişkileri etkilemeyeceği aşikardır. Bununla birlikte Orta Koridor’un kapsadığı geniş Avrasya coğrafyasında Almanya’nın etkisinin ve faaliyetlerinin artacağını söylemek mümkündür. Nitekim İngiltere’nin izlediği politika nedeniyle zarar görmesi muhtemel olan Avrupa ile Çin arasındaki hat, önemini kaybetmeden gelişimini sürdürecektir.
Bu anlamda Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un ABD ile Çin arasındaki ilişkilerin gergin olduğu bir süreçte Pekin’e gerçekleştirdiği ziyaret dikkat çekicidir. Ayrıca Alman liderin Foreign Affairs’te yazdığı “Çok Kutuplu Bir Çağda Yeni Bir Soğuk Savaş’tan Nasıl Kaçınılır?” başlıklı analizde Avrupa’yı kast ederek “Çok kutuplu hale gelen bir dünyada bağımsız aktörler olarak nasıl kalabiliriz?” sorusunun cevabını araması da göz ardı edilemeyecek bir mesajdır. Yazıda Scholz, Almanların “Avrupa güvenliğinin garantörü”, “AB içinde köprü kurucu aktör” ve “küresel sorunlara karşı çözümlerin savunucusu” olarak konumlanacağını vurgulamaktadır.[1] Dolayısıyla Scholz, çok kutupluluğa doğru evrildiğini savunduğu dünya düzeninde Avrupa’nın Almanya öncülüğünde bağımsız hareket ederek bir kutup olmasını istediğini gözler önüne sermiştir. Zira Almanya’da çok kutuplu bir dünyanın Berlin yönetimi tarafından teşvik edilmesi gerektiği tartışılmaktadır.[2]
Sonuç olarak, İngiltere’nin AB’den ayrılması, Çin’in çevrelenmesi noktasında ABD’yle hareket etmesi ve Rusya-Ukrayna Savaşı sırasında Moskova’ya karşı sert bir tutum sergilemesi; Londra’nın Avrasya’daki prestijine ve Avrupa’daki konumuna zarar vermiş görünmektedir. AB’den ayrılan İngiltere, görece daha bağımsız hareket etmesinin de etkisiyle Rusya ve Çin’i rakip olarak konumlandırmış ve politikalarıyla bunu teyit etmiştir. Ancak Almanya’nın yaşadığı ekonomik kayıplar ve enerji konusunda Rusya’ya duyduğu ihtiyaç sebebiyle daha ihtiyatlı davranması ve dünyada enflasyonun arttığı bir süreçte Çin’in hala görece ucuz bir üretim merkezi olması; Berlin yönetiminin Asya’daki ülkelere karşı sert bir tutum benimsemesini engellerken; Almanya’nın Kuşak-Yol Projesi’nin varış noktasına dönüşmesine de hizmet etmektedir. Kısacası Avrasya’da bir merkeze dönüşen Almanya, AB’nin kendi kontrolünde bir kutup olmasını hedeflemektedir.
[1] Olaf Scholz, “The Global Zeitenwende How to Avoid a New Cold War in a Multipolar Era”, Foreign Affairs, https://www.foreignaffairs.com/germany/olaf-scholz-global-zeitenwende-how-avoid-new-cold-war, (Erişim Tarihi: 05.12.2022).
[2] Stefan Mair, “Strategic Ties, Not Blocs: Why Germany Should Promote a Multipolar Order”, 49security, https://fourninesecurity.de/en/2022/09/23/why-germany-should-promote-a-multipolar-order, (Erişim Tarihi: 05.12.2022).