Son yirmi yılda Avrupa siyasetinde gözlemlenen en belirgin eğilimlerden biri, aşırı sağ ve popülist hareketlerin geleneksel parti sistemlerini dönüştürmesidir. Bu dönüşümün en görünür örneklerinden biri de Hollanda’da yaşanmıştır. Görece yüksek yaşam standartları, güçlü refah devleti ve kurumsallaşmış demokrasisiyle “istikrarlı Avrupa modeli” olarak anılan Hollanda, 2000’li yıllardan itibaren kimlik, göç ve Avrupa Birliği (AB) karşıtlığı temelli bir siyasal söylemin yükselişine tanıklık etmiştir. Pim Fortuyn’ün 2002 yılındaki hızlı yükselişiyle sembolleşen bu süreç, Geert Wilders liderliğindeki Partij voor de Vrijheid’in (PVV) 2006 yılındaki kuruluşuyla kurumsal bir nitelik kazanmıştır.
PVV’nin söylemi, Hollanda siyasal kültürünün geleneksel liberal-çoğulcu yapısıyla çelişen bir biçimde “ulusal kimlik”, “İslamlaşma tehdidi” ve “elit karşıtlığı” temalarına dayanmıştır. 2010’lu yıllarda artan mülteci akını, Avrupa borç krizi ve Brüksel merkezli entegrasyon tartışmaları, bu partinin popülaritesini artıran bir zemin oluşturmuştur. Wilders, özellikle 2017 ve 2023 seçimlerinde dikkat çekici başarılar elde ederek Hollanda siyasetinde ana akım bir muhalefet figürüne dönüşmüştür. Ancak bu yükseliş, aynı zamanda merkez partilerde bir savunma refleksini de tetiklemiş; PVV’nin koalisyon potansiyeli sistematik biçimde sınırlandırılmıştır.
Aşırı sağın Hollanda’daki yükselişini açıklayan unsurlar yalnızca ekonomik değil, kültürel ve psikolojik faktörlerle de ilişkilidir. Göçmen kökenli nüfusun artışı, kent-kır arasındaki sosyo-ekonomik farklar, Avrupa bütünleşmesine duyulan güvensizlik ve geleneksel kimliklerin aşındığına dair algı, popülist söylemin beslendiği kaynaklar olmuştur. Wilders, bu dinamikleri “ulusal egemenlik” ve “özgürlük” kavramları etrafında birleştirerek seçmende duygusal bir karşılık yaratmayı başarmıştır. Bununla birlikte, PVV’nin politikası genellikle protesto oylarını kanalize eden bir işlev görmüş, hükümet kurma sorumluluğunu üstlenebilecek bir siyasal esnekliğe ulaşamamıştır.
2025 yılında gerçekleştirilen Hollanda genel seçimleri, ülkenin siyasi tarihinde bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir. Önceki seçimlerde yükseliş gösteren aşırı sağ eğilimlerin bu kez belirgin biçimde sınırlandığı, buna karşılık merkez liberal çizgideki Democrats 66 (D66) partisinin güçlü bir sıçrama yaptığı görülmüştür. Çıkış anketlerine göre D66 ile Geert Wilders liderliğindeki PVV hemen hemen eşit sayıda sandalye kazanmış, ancak ana akım partilerin Wilders ile koalisyon kurmayı açık biçimde reddetmeleri, aşırı sağın hükümet dışında kalacağı yönünde güçlü bir beklenti yaratmıştır.[i] Bu tablo hem Hollanda’nın iç siyasi dengeleri hem de Avrupa genelinde popülizmin yönü açısından dikkat çekici bir döneme işaret etmektedir.
D66’nin seçim başarısı, sadece politik içeriğiyle değil, yürüttüğü kampanyanın tarzıyla da ilişkilidir. Parti, seçim sürecinde “yapıcı, umutlu ve pozitif” bir söylem benimsemiştir. Bu da uzun süredir kamuoyunda baskın olan kutuplaştırıcı ve ötekileştirici dilden bıkan seçmenlerde karşılık bulmuştur. Parti lideri Rob Jetten’in genç, sosyal liberal ve Avrupa yanlısı profili, özellikle kentli seçmenler arasında güven unsuru oluşturmuştur. Amsterdam ve Rotterdam gibi büyük şehirlerdeki oy artışı, D66’nin toplumsal tabanını genişlettiğini göstermiştir. D66’nin başarısında, yalnızca politik program değil, istikrar ve yönetilebilirlik vaat eden bir merkez çizginin yeniden cazip hale gelmesinin de etkili olduğu söylenebilir.[ii]
Öte yandan Geert Wilders liderliğindeki PVV, önceki yıllarda elde ettiği çıkışı bu seçimde sürdürememiştir. Wilders’ın göç karşıtı, İslam karşıtı ve Avrupa Birliği’ne mesafeli politikaları, 2023 seçimlerinde ona önemli bir avantaj sağlamış olsa da 2025 seçimlerinde bu söylemin sınırlı bir seçmen kitlesinde karşılık bulduğu görülmüştür. Wilders’ın partisi parlamentoda güçlü bir grup oluşturmaya devam edecek olsa da merkez partilerin açıkça dile getirdiği “Wilders’sız koalisyon” eğilimi, onun başbakanlık ihtimalini neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır.[iii] Bu durum, Avrupa siyasetinde son dönemde gözlenen popülist dalganın, her durumda iktidara dönüşemeyeceğini göstermesi bakımından da önemlidir. Popülist partiler bir noktada seçim desteği toplayabilmekte, ancak sistem içi meşruiyet ve koalisyon kapasitesi konusunda ciddi engellerle karşılaşmaktadır.
Hollanda’daki sistem, orantılı temsil esasına dayandığı için hiçbir partinin tek başına hükümet kurması mümkün değildir. Bu nedenle seçim sonrasında uzun süreceği tahmin edilen koalisyon müzakereleri ülkenin siyasi gündemini belirlemektedir. En olası senaryolar arasında D66’nin merkez sağdaki Hristiyan Demokratlar (CDA) ve Özgürlük ve Demokrasi için Halk Partisi (VVD) gibi partilerle, ayrıca sol eğilimli Yeşiller (GL) veya İşçi Partisi (PvdA) ile ittifak kurması bulunmaktadır.[iv] Böyle bir hükümetin ideolojik açıdan geniş bir yelpazeye dayanması, karar alma süreçlerinde ciddi pazarlıkları zorunlu kılacaktır. Ancak Wilders’ın dışarıda bırakıldığı bir formül, Avrupa kamuoyu tarafından “demokratik merkezde yeniden konsolidasyon” olarak yorumlanmaktadır.
Bu seçimlerin dikkat çeken bir başka yönü, seçmen davranışındaki değişimdir. Uzun süredir Avrupa genelinde etkili olan korku, öfke ve kimlik temelli siyasetin yerini, ekonomik istikrar ve toplumsal uzlaşı arzusunun aldığı görülmektedir. Hollandalı seçmenlerin büyük kısmı, enerji fiyatları, konut krizi ve iklim değişikliği gibi somut sorunlara çözüm getirecek partileri destekleme eğilimine girmiştir.[v] D66’nin bu konularda detaylı politika önerileri sunması ve teknokratik bir yaklaşımı benimsemesi, popülist duygusal retoriğe kıyasla daha fazla güven yaratmıştır. Bu durum, Avrupa’daki merkez partiler için önemli bir örnek teşkil etmektedir; çünkü son on yılda birçok ülkede merkez siyasetin zayıflaması, popülizmin yükselmesine zemin hazırlamıştı. Hollanda seçmeni, bu gidişata geçici de olsa bir fren mekanizması oluşturmuş görünmektedir.
Ancak aşırı sağın tamamen etkisiz hale geldiği söylenemez. Wilders’ın partisi dışında kalan JA21 ve Forum for Democracy (FvD) gibi oluşumlar, seçmenin daha radikal kesiminde belli bir varlığını korumuştur.[vi] Bu durum, popülist sağın uzun vadede yeniden örgütlenme kapasitesine sahip olduğunu göstermektedir. Avrupa’da benzer bir durum Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde de gözlenmektedir: merkez partiler kısa vadeli bir toparlanma sergilese bile yapısal sorunlara kalıcı çözümler üretmedikleri sürece popülist hareketler yeniden yükseliş fırsatı bulmaktadır. Dolayısıyla 2025 seçimleri, aşırı sağın tamamen gerilemesinden ziyade sınırlarının yeniden tanımlandığı bir döneme işaret etmektedir.
Hollanda’daki bu sonuçlar, Avrupa’nın genel siyasal yönelimi açısından da belirleyici olabilir. 2024 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağ partiler birçok ülkede oylarını artırmış, ancak hükümet kurma düzeyinde ciddi bir etki yaratamamıştı. Hollanda örneği, benzer bir dinamiğin ulusal düzeyde de işlediğini göstermektedir: popülist partiler seçimlerde görünürlük kazanmakta, ancak kurumsal siyasetin merkezinde hâlâ yer bulmakta zorlanmaktadır. Bu eğilim, Avrupa Birliği yanlısı partiler açısından kısa vadeli bir rahatlama yaratabilir, ancak seçmenlerin beklentilerine hızlı ve etkili yanıt verilememesi durumunda bu rahatlama geçici olacaktır.
Sonuç olarak 2025 Hollanda genel seçimleri, popülist dalganın Avrupa’da kalıcı bir yönelim olmaktan çok, dönemsel bir tepki hareketi olabileceğini göstermiştir. D66’nin başarısı, umut ve istikrar temelli bir siyasetin yeniden karşılık bulabileceğini ortaya koyarken, Wilders’ın sınırlı kazanımı, aşırı sağın kitlesel tabanının devam ettiğini, ancak sistem içi dönüşüm kapasitesinin zayıf kaldığını göstermektedir. Önümüzdeki dönemde Hollanda’nın karşı karşıya kalacağı en önemli zorluk, geniş tabanlı bir koalisyonun sürdürülebilir bir yönetişim modeli oluşturup oluşturamayacağıdır. Eğer D66 liderliğindeki hükümet ekonomik sorunlara ve göç tartışmalarına somut çözümler üretebilirse, bu durum Avrupa’daki merkez siyasetin yeniden güçlenmesinin önünü açabilir. Ancak başarısız bir koalisyon süreci, popülizmin geçici bir durgunluktan sonra yeniden ivme kazanmasına neden olabilir. Dolayısıyla 2025 seçimleri, sadece Hollanda açısından değil, Avrupa demokrasilerinin geleceği bakımından da kritik bir laboratuvar niteliği taşımaktadır.
[i] Jon Henley, “Geert Wilders faces shutout as centrists hail huge gains in knife-edge Dutch election”, The Guardian, https://www.theguardian.com/world/2025/oct/30/geert-wilders-faces-shutout-centrists-dutch-election-netherlands (Erişim Tarihi: 31.10.2025).
[ii] Paul Kirby & Anna Holligan, “Dutch centrist liberals neck and neck with populist Wilders in tight election”, BBC, https://www.bbc.com/news/articles/cpwvy4w875vo (Erişim Tarihi: 31.10.2025).
[iii] Bart H. Meijer, Toby Sterling & Anthony Deutsch, “Dutch centrist D66 party wins big in election as Wilders loses support”, Reuters, https://www.reuters.com/world/dutch-vote-elections-test-european-populisms-reach-2025-10-29/ (Erişim Tarihi: 31.10.2025).
[iv] Aynı yer.
[v] Claire Moses & Jeanna Smialek, “Dutch Voters Deliver Major Setback to Far-Right Party of Geert Wilders”, The New York Times, https://www.nytimes.com/2025/10/29/world/europe/netherlands-elections-geert-wilders.html (Erişim Tarihi: 31.10.2025).
[vi] Aynı yer.
