Analiz

Türkiye-Libya İşbirliğine Karşı Yunanistan’ın AB Üzerinden Tepkisi

Türkiye ile Libya arasında imzalanan mutabakat, uluslararası hukuka uygunluk açısından sağlam bir temele oturmaktadır.
Enerji ve deniz sınırları mücadelesi, giderek bölgesel güvenlik ve savunma politikalarını da içine alan çok boyutlu bir rekabete dönüşmüştür.
Yunanistan, aynı zamanda Güney Kıbrıs ve Mısır gibi bölgesel aktörlerle dayanışmayı artırarak bölgesel ittifaklarını pekiştirmeye çalışmaktadır.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

Doğu Akdeniz’de enerji kaynakları üzerindeki rekabetin giderek arttığı bir dönemde, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Libya Ulusal Petrol Kurumu (NOC) arasında sismik araştırma faaliyetlerini içeren yeni bir mutabakat zaptının imzalanması, bölgesel güç dengeleri açısından dikkat çeken bir gelişme olmuştur. Türkiye’nin Libya’yla gerçekleştirdiği bu işbirliği, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarına ilişkin 2019 tarihli mutabakatın doğal bir uzantısı olarak görülmüş; bu durum, beklenildiği üzere, Yunanistan’ın sert tepkisini çekmiştir. Atina yönetimi, söz konusu anlaşmanın Girit Adası’nın deniz yetki alanını görmezden geldiğini, dolayısıyla kendi egemenlik haklarını ihlal ettiğini öne sürerek meseleyi yalnızca Türkiye ile Libya arasında ikili bir sınırlandırma sorunu olarak değil, Avrupa Birliği (AB) düzeyinde ele alınması gereken çok taraflı bir kriz olarak değerlendirmiştir. Bu çerçevede Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis, Türkiye’yi bir kez daha “hukuk dışı bir aktör” gibi konumlandırmak amacıyla konuyu Brüksel’deki AB Zirvesi gündemine taşımıştır.

Peki neden Yunanistan, Türkiye’nin Libya’yla imzaladığı mutabakatı ikili bir mesele olmaktan çıkararak AB’nin ortak dış politika gündemine tekrar taşıma gereği duymuştur? Atina’nın bu adımı atmasındaki temel nedenlerden biri, Libya’da Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi’nin söz konusu mutabakatı onaylama ihtimalinin belirmiş olmasıdır. Zira böyle bir onay, anlaşmanın yalnızca teknik değil, aynı zamanda siyasi bir meşruiyet kazanması anlamına gelecek ve bu da Yunanistan’ın deniz yetki alanları konusundaki tezlerini zayıflatacaktır. Bununla birlikte Yunanistan, Doğu Akdeniz’deki bölgesel güç dengelerinin kendi aleyhine değişebileceği kaygısıyla hareket etmekte ve Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunun artmasını sınırlandırmak istemektedir. Bu kapsamda AB’nin sunduğu çok taraflı ve kurumsal destek mekanizmalarını kullanarak, Türkiye üzerinde kolektif bir diplomatik baskı oluşturmayı tercih etmektedir. Ayrıca, anlaşmanın uluslararası hukuk açısından geçersiz olduğu yönündeki iddialarını AB’nin resmi platformlarında gündeme getirerek uluslararası kamuoyunda kendi tezlerini güçlendirme hedefi taşımaktadır.

Yunanistan, aynı zamanda Güney Kıbrıs ve Mısır gibi bölgesel aktörlerle dayanışmayı artırarak bölgesel ittifaklarını pekiştirmeye çalışmaktadır. Türkiye-Libya mutabakatının kapsadığı geniş deniz yetki alanları, Yunanistan ve AB’nin çıkarlarıyla doğrudan çatıştığı için Atina’nın egemenlik iddialarını ve bölgesel hakimiyetini koruma telaşı, bu konuyu uluslararası platformlara taşıma kararını güçlendiren diğer önemli bir unsurdur. Tüm bu nedenler, Yunanistan’ın AB’yi sürece dâhil ederek hem diplomatik hem de siyasi açıdan Türkiye üzerinde baskı kurma stratejisinin temelinde yatan kaygı ve hesapları ortaya koymaktadır. Fakat bu durum yalnızca Yunanistan’ın dış politika araçlarını nasıl kullandığını değil, aynı zamanda AB’nin Doğu Akdeniz’e ilişkin tutumunun tarafsızlık ilkesinden ne ölçüde uzaklaştığını da gözler önüne sermektedir.

Türkiye ile Libya arasında imzalanan deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin mutabakat ve bu mutabakat çerçevesinde son dönemde imzalanan sismik araştırma anlaşması, Doğu Akdeniz’de halihazırda gergin olan jeopolitik dengeyi daha da hassas bir hale getirmiştir. Türkiye’nin Libya Ulusal Petrol Kurumu (NOC) ile yürüttüğü bu işbirliği, Yunanistan’ın sert tepkisiyle karşılanmış ve konu, AB düzeyine taşınarak siyasi bir baskı unsuru haline getirilmiştir. Ancak söz konusu gelişmelerin yalnızca diplomatik yansımaları değil, aynı zamanda uluslararası hukuk bakımından da dikkatle değerlendirilmesi gereken boyutları bulunmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye ile Libya arasında imzalanan mutabakat, iki egemen devletin karşılıklı rızaya dayalı olarak gerçekleştirdiği uluslararası bir anlaşmadır. Uluslararası hukuk çerçevesinde, özellikle deniz yetki alanlarının belirlenmesinde kıyıdaş devletler arasında yapılan bu tür karşılıklı mutabakatlar olağan ve meşru kabul edilmektedir. Her ne kadar Türkiye, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne (BMDHS) taraf olmasa da bu durum onun deniz yetki alanlarına ilişkin uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanmasını engellememektedir. Zira BMDHS’nin 74. ve 83. maddeleri, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge sınırlandırmalarının karşılıklı rıza ve adilane ilkeler doğrultusunda yapılmasını hükme bağlamaktadır. Bu bağlamda Türkiye ile Libya arasında yapılan mutabakatın teknik açıdan uluslararası hukuka aykırı olduğunu iddia etmek hukuki açıdan güçtür. Ayrıca mutabakatın geçerliliği, tarafların egemenlik haklarının korunması ve sınırlandırmaların karşılıklı anlaşma ile gerçekleştirilmesi esasına dayanması sebebiyle uluslararası hukuk normlarıyla uyumludur. Dolayısıyla anlaşmanın hukuki geçerliliği, özellikle ilgili tarafların rızası ve egemenlik haklarına saygı temelinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte bölgedeki diğer devletlerin itirazları, anlaşmanın siyasi ve jeopolitik boyutlarının bir yansıması olup hukuki geçerlilik meselesinden ayrı tutulmalıdır. Bu bağlamda Türkiye-Libya mutabakatı, uluslararası hukuk normları ışığında meşru bir anlaşma olarak kabul edilmelidir.

Fakat Yunanistan’ın bu anlaşmaya yönelik temel itirazı, Girit Adası’nın deniz yetki alanları belirlenirken yeterince dikkate alınmadığı ve bu durumun kendi egemenlik haklarını ihlal ettiği yönündedir. Ancak uluslararası hukuk bağlamında, adaların deniz yetki alanı oluşturup oluşturamayacağı hususu mutlak ve sınırsız bir hak olarak kabul edilmemektedir. Aksine Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve diğer uluslararası yargı organlarının içtihatlarında, adaların coğrafi konumu, büyüklüğü ve karşı kıyı devletinin kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge hakları gibi etkenler dikkate alınarak, adaların deniz yetki alanları sınırlandırılabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin “ana karaya uzak olan adaların kıta sahanlığı üretme kapasitesinin sınırlı olduğu” yönündeki hukuki argümanı, yalnızca politik bir söylem olmaktan öte, uluslararası hukukta güçlü bir temele dayanmaktadır. Dolayısıyla Girit Adası’nın deniz yetki alanının belirlenmesinde, bu adanın coğrafi konumu ve diğer devletlerin egemenlik hakları çerçevesinde dengeli bir değerlendirme yapılması gerekmektedir.

Yunanistan’ın AB’yi bu sürece müdahil etmeye çalışması, meseleyi salt teknik bir hukuki tartışma olmaktan çıkarıp daha çok siyasi bir kampanya haline dönüştürdüğünü göstermektedir. 2019 yılında gerçekleştirilen AB Zirvesi’nde Türkiye-Libya mutabakatı açıkça reddedilmiş ve benzer ifadelerle 2022 yılında bu tutum teyit edilmiştir. Ancak AB’nin bu yöndeki pozisyonunun hukuki bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Zira AB, deniz yetki alanları gibi egemenlik ve uluslararası hukuk konularında ne yargı yetkisine ne de doğrudan karar alma gücüne sahiptir. Burada AB’nin aldığı tavır, esasen üye devletlerden biri olan Yunanistan’ın lehine politik bir pozisyon almaktan öteye geçmemektedir. Dolayısıyla Yunanistan, hukuki meşruiyetinin sınırlı olduğu bir durumda, AB’nin kurumsal ağırlığını ve siyasi etkisini kullanarak Türkiye üzerinde daha geniş çaplı bir baskı mekanizması oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu durum, AB’nin Doğu Akdeniz politikasının giderek daha fazla üye devletlerin dar çıkarları doğrultusunda şekillenmeye başladığını ve tarafsızlık ilkesinden uzaklaştığını ortaya koymaktadır.

Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: “Türkiye, egemen bir devlet olarak Libya ile anlaşma yapamaz mı?” Elbette yapabilir. Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’ne göre bir anlaşma, yalnızca tarafları bağlar, üçüncü ülkeler üzerinde doğrudan hak ya da yükümlülük doğurmaz. Türkiye-Libya mutabakatı da bu kurala tam anlamıyla uymaktadır. O halde Yunanistan’ın bu kadar sert bir refleks göstermesinin sebebi nedir? Yanıt, bu anlaşmanın hukuki içeriğinden ziyade stratejik sonuçlarında gizlidir. Zira bu mutabakat, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını net bir biçimde tanımlamasını ve aynı zamanda bölgede oluşabilecek “oldubittilere” karşı ön alma kapasitesini güçlendirmektedir. Yunanistan ise Türkiye’nin bu hamlesini, bölgedeki enerji denkleminde kendi manevra alanını daraltan bir gelişme olarak değerlendirmektedir.

Buna paralel olarak Yunanistan’ın Türkiye’nin “SAFE (Avrupa İçin Güvenlik Eylemi)” gibi AB savunma işbirliklerine katılımını engelleme çabaları da dikkat çekici bir boyut arz etmektedir. SAFE Fonu’nun üçüncü ülkelere açılması teknik olarak mümkün olmakla birlikte bu katılımın gerçekleşebilmesi için tüm AB üye devletlerinin oybirliğiyle onayı gerekmektedir. Bu durum, özellikle Türkiye gibi aday ülke konumundaki bir devletin AB savunma mimarisine entegrasyon sürecinde, bir üye devlet olarak Yunanistan’ın veto hakkını kullanarak engelleyici bir rol üstlenmesine olanak sağlamaktadır. Böylece Yunanistan, sadece deniz yetki alanları ve enerji kaynakları konularında değil, aynı zamanda AB’nin ortak savunma ve güvenlik politikası bağlamında da Türkiye’nin etkisini sınırlandırmayı amaçlayan stratejik bir konum edinmiştir. Bu stratejik duruş, Doğu Akdeniz’deki jeopolitik rekabetin kapsamının ne denli genişlediğini göstermektedir. Enerji ve deniz sınırları mücadelesi, giderek bölgesel güvenlik ve savunma politikalarını da içine alan çok boyutlu bir rekabete dönüşmüştür. Türkiye’nin SAFE gibi AB savunma projelerine katılımı, bölgesel askeri işbirliğini güçlendirmesi ve uluslararası arenadaki konumunu pekiştirmesi anlamına gelirken, bu durum Atina’da mevcut güç dengesinin Türkiye lehine değişebileceği endişesini artırmaktadır. Bu bağlamda Yunanistan’ın veto girişimlerinin yalnızca hukuki veya diplomatik bir mesele olmanın ötesinde, bölgesel güç mücadelesinin savunma ve güvenlik boyutundaki somut bir tezahürü olduğu söylenebilir.

Sonuç olarak Türkiye ile Libya arasında imzalanan mutabakat, uluslararası hukuka uygunluk açısından sağlam bir temele oturmakta ve özellikle BMDHS ve uluslararası yargı organlarının kararlarıyla da uyumlu bir biçimde, kıyıdaş devletlerin karşılıklı rızaya dayalı sınırlandırma hakkını yansıtmaktadır. Bu mutabakat, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarına ilişkin stratejik çıkarlarını koruma ve bölgede tek taraflı olarak oluşturulmaya çalışılan statükoya karşı hukuki ve diplomatik bir denge kurma hedefini açıkça ortaya koymaktadır. Öte yandan Yunanistan’ın bu mutabakata yönelik tepkileri büyük ölçüde hukuki değil, daha çok bölgesel güç dengeleri ve jeopolitik kaygılar ekseninde şekillenmektedir. Atina’nın deniz yetki alanları ve egemenlik haklarına dair iddiaları, uluslararası hukuk normlarıyla tam anlamıyla desteklenmemekle birlikte bölgesel rekabet ve güvenlik politikalarının bir yansıması olarak görülmelidir.

AB’nin konuyla ilgili pozisyonu ise tarafsız bir hukuki değerlendirmeden ziyade üye ülkeler arasındaki siyasi dayanışma ve ortak stratejik çıkarlar bağlamında şekillenmektedir. AB, deniz yetki alanları gibi uluslararası hukuka tabi ve devletler arası egemenlik haklarını ilgilendiren meselelerde doğrudan yargı yetkisine sahip olmamakla birlikte üye devletlerin politik çıkarlarını korumaya yönelik bir mekanizma olarak hareket etmektedir. Bu çerçevede AB’nin Türkiye-Libya mutabakatına ilişkin eleştirileri, esasen Yunanistan ve diğer üye devletlerin siyasi kaygılarını yansıtan bir pozisyon olarak okunmalıdır.

Türkiye, Doğu Akdeniz’de hem uluslararası hukuk zemininde hem de diplomatik platformlarda etkili ve meşru adımlar atmakta, bölgedeki çıkarlarını korumak ve genişletmek adına çok yönlü bir strateji yürütmektedir. Bu stratejinin siyasi düzlemde sert tepkilerle karşılaşması kaçınılmazdır. Zira Doğu Akdeniz’deki güç mücadelesi, yalnızca hukuki metinlerle değil, aynı zamanda jeopolitik çıkarlar, tarihsel rekabet ve bölgesel ittifaklar ekseninde şekillenmektedir. Ancak yaşanan bu siyasi tepki ve itirazlar, Türkiye’nin attığı adımların hukuki meşruiyetini ortadan kaldırmamakta, aksine Türkiye’nin bölgedeki etkin ve belirleyici bir aktör olduğunu ve Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda söz sahibi olduğunu teyit etmektedir. Bu bağlamda kalıcı bir çözüm için taraflar arasında uluslararası hukuk kurallarına dayalı, karşılıklı rıza ve diyalog temelli müzakerelerin sürdürülmesi büyük önem taşımaktadır.

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler