Analiz

Algıların Gölgesinde Kriz Yönetimi: ABD’nin İsrail-İran Savaşındaki Stratejik İletişim Modeli

ABD, doğrudan savaşa girmeden, bölgesel dengeyi lehine çevirecek kadar güçlü bir aktör olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
ABD’nin İsrail-İran çatışmasına yönelik tavrı, klasik askeri reflekslerden çok, stratejik iletişim, psikolojik harp ve genişletilmiş caydırıcılık ekseninde şekillenen bir müdahale biçimidir.
ABD’nin bu çok boyutlu yaklaşımı, aynı zamanda küresel güç mimarisi içindeki konumunu yeniden inşa etme çabasının da bir parçası olarak okunabilir.

Paylaş

Bu yazı şu dillerde de mevcuttur: English Русский

13 Haziran 2025 tarihinde başlayan İsrail-İran çatışması, yalnızca iki devlet arasındaki askeri güç mücadelesiyle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda büyük güçlerin bölgesel ve küresel düzeydeki stratejik hesaplaşmalarının bir yansıması olarak şekillenmektedir. Bu çerçevede Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) tutumu, çatışmanın seyri ve olası sonuçları açısından belirleyici bir rol oynamaktadır. ABD’nin söz konusu süreçte sergilediği davranış biçimi, geleneksel askeri müdahale kalıplarını aşan, çok katmanlı ve çok boyutlu bir müdahale modeline dönüşmüştür. Bu model; siyasi söylemler, sivil tahliye operasyonları ve psikolojik harp tekniklerinin bütünleştiği özgün bir stratejik iletişim örneği olarak dikkat çekmektedir.

ABD Başkanı Donald Trump’ın “İsrail kazanmak üzere”, “Tahran düşüyor” ve “İranlılar Beyaz Saray’a gelmek istiyor” şeklindeki açıklamaları, ilk bakışta popülist bir destek beyanı olarak değerlendirilse de bu tür söylemlerin kriz ortamlarında stratejik birer araç olarak kullanıldığı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Söz konusu açıklamalar, yalnızca moral desteği sağlama ya da Amerikan kamuoyuna yönelik sembolik bir mesaj verme amacını taşımamakta, aynı zamanda İran kamuoyu ve bölgesel aktörler üzerinde psikolojik bir yönlendirme işlevi görmektedir. Bu bağlamda Trump’ın söylemleri klasik anlamda sert güç araçlarından ziyade algılar üzerinden üstünlük kurmayı hedefleyen ve yönlendirici etki yaratan bir “sharp power” stratejisinin parçası olduğu söylenebilir.

Joseph Nye’ın ortaya koyduğu “soft power (yumuşak güç)” kavramı, cazibe, kültürel çekicilik ve ikna yoluyla etki kurmayı öncelerken, “sharp power”, daha çok dezenformasyon, manipülasyon ve yönlendirme yoluyla hedef kitlelerin düşünsel alanına nüfuz etmeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede Trump’ın açıklamaları, yumuşak güçten çok, zorlama ve psikolojik baskı unsurlarını barındıran, sert olmayan fakat yönlendirici bir güç kullanımı örneğidir. Özellikle uluslararası kriz dönemlerinde, liderlerin söylemlerinin salt iç politikaya dönük değil uluslararası düzlemde stratejik sonuçlar üretmeye dönüktür.  Bu nedenle, Trump’ın açıklaması, popülizmin ötesine geçen bir stratejik iletişim hamlesidir ve bu tür söylemlerin, kriz yönetiminde yeni nesil güç kullanımı biçimlerine işaret ettiği dikkate alınmalıdır.

ABD’nin İsrail’deki vatandaşlarını tahliye etmesi ise salt insani yardım veya güvenlik önlemi kapsamında değerlendirilemeyecek bir adımdır. Bu tür tahliyeler, özellikle askeri operasyonlara hazırlık bağlamında önemli sembolik ve stratejik anlamlar taşımaktadır. Tahliye, savaş öncesi hazırlık sürecinde devletin kendi sahasını temizlemesi ve manevra alanı yaratması anlamına gelirken, karşı tarafa da dolaylı bir mesaj iletir: “Gerekirse güç kullanmaktan çekinmeyeceğiz, çünkü sivil kayıpları minimize ettik.” Aynı zamanda bu hamle, uluslararası kamuoyu açısından da ABD’nin sorumluluk bilincine sahip, düzenleyici aktör imajını pekiştirir. Ancak bu stratejik tahliye, psikolojik harp literatüründe “ön boşaltma” olarak adlandırılabilecek bir öncü sinyal taşıdığı için, doğrudan askeri müdahaleden çok daha etkili bir caydırıcılık aracı haline gelebilir.

Buradaki temel dinamik, ABD’nin çatışmaya doğrudan askeri olarak müdahil olup olmamasından çok, ne ölçüde stratejik iletişimle sonuç üzerinde etkili olabileceği sorusudur. “Extended deterrence (genişletilmiş caydırıcılık)” çerçevesinde değerlendirildiğinde, ABD’nin amacı yalnızca İran’ın doğrudan saldırısını engellemek değil, aynı zamanda bölgesel aktörlerin pozisyonlarını sabit tutmalarını ve statükonun korunmasını sağlamaktır. Bu strateji, Amerikan dış politika yapımında özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde sıklıkla kullanılan bir yöntem haline gelmiştir. Ancak caydırıcılık, yalnızca niyet beyanlarıyla etkili olamaz, bu tür mesajların arkasında bir inandırıcılık düzeyi, yani “credibility” bulunmalıdır. İran gibi rasyonel ancak meydan okuyucu aktörler, ABD’nin bu tür stratejik mesajlarını blöf olarak algılarsa, caydırıcılık mekanizması çökebilir. Bu durumda ise çatışmanın tırmanması kaçınılmaz hale gelebilir.

Tüm bu gelişmeler, psikolojik harp doktrinleri açısından da çok yönlüdür. Psikolojik harp, savaşın yalnızca silahlarla değil, algılar, bilgi ve söylemle kazanıldığı bir mücadele biçimidir. ABD’nin son günlerdeki tavrı, klasik savaş senaryolarının ötesine geçerek, düşman aktörün kararlılığını zayıflatmak, müttefiklerin birlik ruhunu pekiştirmek ve uluslararası kamuoyunu kendi pozisyonu lehine yönlendirmek üzerine inşa edilmiştir. Bu bağlamda kullanılan medya söylemleri, tahliye kararları ve siyasi açıklamalar, eşzamanlı ve bütüncül bir savaşsız savaş stratejisinin parçalarıdır. Modern savaş literatüründe “non-kinetik savaş” olarak adlandırılan bu tür mücadele biçimleri, özellikle büyük güçlerin doğrudan çatışmadan kaçındığı alanlarda son derece etkili olmaktadır.

ABD’nin bu çok boyutlu yaklaşımı, aynı zamanda küresel güç mimarisi içindeki konumunu yeniden inşa etme çabasının da bir parçası olarak okunabilir. Son yıllarda yaşanan küresel güç boşluğu, ABD’nin özellikle Orta Doğu’daki etkinliğinde bir sorgulamayı beraberinde getirmiştir. İsrail-İran çatışması bu anlamda bir fırsata da dönüşmüş olabilir: ABD, doğrudan savaşa girmeden, bölgesel dengeyi lehine çevirecek kadar güçlü bir aktör olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ancak bu stratejinin sürdürülebilirliği, yalnızca söylemlerle değil, sahadaki gelişmelerle, müttefiklerle olan uyumla ve İran’ın tepkileriyle birlikte şekillenecektir.

ABD’nin İsrail-İran çatışmasına yönelik tavrı, klasik askeri reflekslerden çok, stratejik iletişim, psikolojik harp ve genişletilmiş caydırıcılık ekseninde şekillenen bir müdahale biçimidir. Bu yaklaşım, savaşın doğrudan askeri alanında değil; algıların, mesajların ve beklentilerin şekillendiği zihinsel alanda yürütülen bir mücadeledir. Savaşın silahlarla değil, anlamlarla kazanıldığı bu yeni dönemde, ABD’nin tutumu hem bölgesel denklemleri hem de küresel güvenlik mimarisini yeniden şekillendirme potansiyeli taşımaktadır.

Prof. Dr. Murat ERCAN
Prof. Dr. Murat ERCAN
Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi

Benzer İçerikler